29 Kasım 2010 Pazartesi

Die Fremde

Sibel Kekilli’ye en iyi kadın oyuncu dalında Almanya’nın en önemli sinema ödüllerinden biri olan Lola ödülünü kazandıran “Die Fremde”, türkçeye “Yabancı” ismiyle çevrildi. Sinemalara geldiğinde bir türlü kısmet olmadı gitmek, ne zamandır dvd’sini almıştım, yanıbaşımda duruyordu. Bu akşam nihayet seyrettim ve çok etkilendim. Sinemayı neden bu kadar çok seviyorum? Eğer film iyiyse derdini bu denli sarsıcı anlatan başka bir sanat dalı var mı? Varsa da beni en çok filmler etkiliyor…Film harikulade. Kesinlikle tavsiye ediyorum. Ama eğlenmek için seyredilecek filmlerden değil, baştan uyarayım. Sibel Kekilli’nin ilk sinema filmi Duvara Karşı'nın yönetmeni Fatih Akın, tesadüfen rolü Sibel Kekilli’ye teklif ettiğini anlatmıştı röportajlarından birinde. İşte sanatçı olmak böyle birşey. Hiçbir eğitimi olmadan, doğuştan gelen bir yetenek bizi bu kadar etkileyen. Hayatta birçok şeyde çalışarak mutlaka bir sonuç elde edersiniz, ama sanat öyle değil. Önkoşulu yetenek. Eğer yeteneğiniz varsa gerçekten parlarsınız, yoksa istediğiniz kadar çalışın. Belki birşeyler yapabilirsiniz, varolursunuz ama hani gökyüzünde bazı yıldızlar daha parlaktır ya diğerlerinden, işte eğer yeteneğiniz yoksa o en parlaklardan olamazsınız. Sibel Kekilli bunun en iyi örneği. Doğuştan gelen çarpıcı bir yeteneği var. Bu filmde muhafazakar Almancı bir Türk ailesinin kızı olarak seyrediyoruz kendisini. Duvara Karşı’da işlenen tema, Almanya’da büyüyen Türk ailesine mensup çocukların ne tam Alman, ne de tam Türk olabildiği idi. Yani bir tür araf. Bu filmde de konu son kertede buraya temas ediyor. Yeri geliyor kendisine işkence eden kocasından boşanmak isteyen kadını ailesinden çok Alman polisine güvenirken izliyoruz.
Türk çocukları maalesef ne Almanya’da, ne de Türkiye’de yetişkin olamıyor. Kaç yaşında olursa olsun. Bu dayatmacı ve baskın kültürün temelinde ise aşırı korumacılık yatıyor. Birçok aile bilinçli ya da bilinçsiz çocuklarının hayatını kendi hayatlarıymış gibi yaşama hakkını kendisinde görüyor. Filmi henüz seyretmedim ama bu yıl Altın Portakal Film Festivali’nde en iyi film ödülüyle birlikte birkaç ödül daha alan “Çoğunluk” filmi de benzer bir konu işliyordu hatırladığımkadarıyla.
Son olarak, herşeye rağmen karşınızdaki kim olursa olsun düşüncelerinizi özgürce, özgüvenle dile getirmelisiniz. Haksızlıklara boyun eğilmemeli hayatta. Yoksa en kötüsü olur, kendi içinizde kayboluverirsiniz...

24 Ekim 2010 Pazar

8-15 Ekim 2010 Filmekimi'nden kısa notlar

BENİM GÜZEL OĞLUM, NE YAPTIN SEN?
Bu filmi göreceğim filmler arasına üç nedenle aldım:
1) Konusu ilgimi çekti
2) Yapımcısı David Lynch
3) Venedik’te Altın Aslan için yarıştı
Tek düze ve fazlasıyla deneysel

AŞKA FIRSAT VER
Bir fransız filmine gore içinde ortalamanın üstünde Amerikan tadı vardı. Klişe yumağı desem yeridir. Aslında hayata dair altı ısrarla çizilen önemli mesajlar içeriyordu, özel sektörün çoğu zaman anlamsız temposuna, hayatın kendisinin nasıl da ıskalandığına yapılan göndermeler… Fakat önemli meselelerin altı fazla çizilince ve abartılı bir şekilde canlandırılınca yavan bir tat kalıyor ağzınızda. Beğenmedim.

SİHİRBAZ
Etkileyici bir hayal dünyası, işte en sevdiğim :)
Film biraz ağır ilerliyor ama bu seyirciyi rahatsız etmiyor, ütopik olan bü dünya ve yabancı kaldığımız duygular üzerine düşünmek için aksine o yavaşlığa ihtiyacınız olduğunu hissediyorsunuz bir sure sonra. Beğendim.

CARLOS
Baider Mainhoff’u sevdiyseniz bu filmi de seversiniz. Beğendim.

SOMEWHERE
Çokça beğendiğim Lost in Translation filminin yönetmeni Sofia Coppola’nın son filmi Somewhere’den daha iyi bir performans bekliyordum açıkçası. Biraz da Altınaslan’ı alan film olduğu için sanırım. Sinematografik açıdan etkileyici sahneleri olan ve derdini anlatan bir film olduğunu söylemeliyim. I'll Try Anything Once şarkısı güzeldi...

15 Haziran 2010 Salı

Mektubunuzu Orhan Bey'e ilettik.

Date: Monday, September 22, 2008, 9:59 AM
Sayın Seçil Ertuğrul,

Mektubunuzu Orhan Bey'e ilettik. İlginize
teşekkür ederiz.

İyi dileklerimizle,

Nihat Tuna

İletişim

21/09/2008

Sevgili Orhan Pamuk,

İsmim Seçil Ertuğrul. 28 yaşında bir okurunuzum. Eminim böyle yüzbinlerce mektup alıyorsunuzdur ve hepsini okumaya vakit bulamıyor, aslında bulmak da istemiyorsunuzdur. Benzerlerini çokça aldığınızı bilmenin verdiği endişeyle, kendime olan güvenimi kaybetmemeye özen göstererek size bu mektubu yazmaya daha Masumiyet Müzesi'nin ilk sayfalarında karar verdim ve kitabı az önce bitirdiğim bu yağmurlu Pazar
sabahına kadar bekledim. Bu mektubu yazmamın nedeni, kendimle romanlarınızdaki karakterler arasında zaman zaman başetmesi güç, kendime bile ifade etmekte zorlandığım benzer yanlar bulmamdan çok bir yabancıya (sizi kendime çok yakın bulsam da tanışmadığımız için yabancı diyorum.) içini boşaltmanın rahatlığıyla yazıyorum. Ama yine de bu mektubu okursanız ya da okuduğunuzu ben bir şekilde anlarsam çok mutlu olurum.

Sizinle sanırım bundan sekiz yıl once tanıştık, şimdi yazarken farkediyorum da son romanınızdaki sekiz ile burdaki sekiz de tesadüfen buluştu. Hem de sizin belki bu romanın uzun bir bölümünü yazdığınız Cihangir'deki çalışma evinizde diyeyim. Hem de iki kez. Ben o zamanlar 20 yaşında gazeteci olmak isteyen, 32. Gun ekibinde gönüllü yönetmen yardımcılığı ve muhabirlik yapan bir kızdım. Şehbal Şenyurt ile röportaja gelmiştik birlikte. Söz verdiğimiz saatte gelmemize rağmen, siz hazır değildiniz. Daha traş olmamış, kendinizi röportaj için henüz hazırlamamış, giyinmemiş, biraz dağınık
ve gergin bulmuştuk sizi. Hemen arkaya geçip, traş olup, hazırlanmış, giyinmiş
ve başka bir yüzle bir süre sonra yanımıza gelmiştiniz. Ekipteki kameraman ve
kameraman asistanı arkadaşlarım sizi beklerken, evinize gelmeden
önce ve çıktıktan sonra sizin normal biri
olmadığınızı söylemişlerdi bana, ne tuhaf... Daha başkaları, Nobel Edebiyat
Ödülü'nü aldığınızda, bu ödülü sözümona sırf Türkiye aleyhine söylediğiniz
sözler dolayısıyla aldığınızı iddia ettiler söylediklerinizi büyük
olasılıkla okumadıkları halde.

Bugün son romanınızdaki Kemal'in içimi burkan hazin sonu ve zengin ruhu
kadar, evinizin önünden geçerken hep yaptığım gibi önündeki ıhlamur ağacından her seferinde tanıdığım apartmanınızın kapısında bekleyen polisi gördüğümde de benzer burukluğu hissediyorum.

Türk insanını, İstanbul'u, bu toprakların ruhunu, dokusunu hem sizinle daha
çok seviyor hem de paradoksal bir şekilde sizden dolayı bazen nefret ediyorum
ve bütün yaşadıklarınıza karşın, tıpkı doğa gibi bozulmayan iyimserliğinize de
bir kez daha hayran oluyorum. Çok sevdiğiniz bir şarkıyla ya da filmle ya da bir şehirle buluşmuş hissi verdiğiniz ve bu hisleri kayıt altına alacak kadar değerli bulduğum için size bu mektubu yazmak istedim.


Müzenin açılmasını bekleyemeyeceğim, bugün
ya da başka bir gün müzenin olduğu yeri görmeye gideceğim. Kitap siz böyle
kurgulamamış olsaydınız da, okuduktan sonra hikayeyle ilgili bir yere gitme
isteği uyandırıyor. Yanimüze olmasaydı da Çukurcuma'ya gider,
sokaklarda yürürdüm. Sanki, Kemal'in insanın içine oturan hayatının okuru
sarmalayan ağır duygusu ancak müzedeki koleksiyonu gördükten sonra hafifleyecek,
garip...Bu kitabın bir roman olduğuna güçlükle inanmak, sadece okuduğum birşeyin kafamda bu kadar ete kemiğe bürünmesi gurur duyduğum
başarınızın bir başka kanıtı. Okurken, hem doğuştan gelen bir tabiatın eseri olduğunu düşünüyor, aynı zamanda azimli ve istikrarlı uzun bir çalışma hayatınızın olduğunu da sık sık imrenerek farkediyorum.

Masumiyet Müzesi ile ilgili yazacağım birkaç cümlenin ardından mektubuma son vereceğim. Aslında itiraf edeyim, kitap biraz dengemi bozdu çünkü Kemal gibi bazı insanların kırılma noktası hep vardır, sadece tesadüfi bir şey neden olur buna. Biraz bana da öyle oldu galiba. Füsun'u anlamadığımı sanmayın sakın ama aslında bu aşk Kemal'in yarattığı ve devam ettirdiği bir kurgu, başını kendisinin de kaçırdığı, kontrolü kaybettiği bir yol. Serüven diyemedim çünkü serüven sonu mutlu bitmesi
gereken birşeymiş gibi geldi. Füsun'un kitabın başından bu yana ortaya
koyulan eser akıl halini, Kemal'in aşkından ruhu fena hasar görmüş, kaybolan
bir kadının taşkın halleri gibi okudum ama kitabın sonunda daha çok film
artisti olamadığı için üzüldüğünü, Kemal'den sonra bir ömrünün yok yere
geçtiğini söylediğinde nedense biraz hayal kırıkılığı hissettim sanırım....Büyük
olasılıkla daha nedensel bir durum söz konusu ama anlayacağınız üzere ben Kemal'e daha yakınım.

En çok 56 yaşına hiç hiç basmamış çocuksu muzip yanınızı seviyorum.

Bir şekilde yine buluşmak dileğiyle,

Seçil Ertuğrul

19 Mayıs 2010 Çarşamba

Başka Dilde Aşk

Mert Fırat, ilk kez Binbir Gece dizisinin, annem seyrederken rastgeldiğim sahnelerinde dikkatimi çekmişti. Dikkatimi çeken güçlü oyunculuğuydu. Bakışlarındaki samimiyet, o sahnenin bir kurmaca olduğunu unutturuyordu. Bir de vücut dilini bir oyuncu olarak çok iyi kullanması ve uyumu ilginç gelmişti. Güçlü oyuncular ekranda parlar, bunu hissedersiniz, farkedersiniz. Mert Fırat'ın önümüzdeki yıllarda daha çok konuşacağımız roller ve hatta senaryolar çıkaracağına, Başka Dilde Aşk'ı izleyince bir kez daha inandım. Başka Dilde Aşk'ın senaryosu da kendisine ait. Filmi seyrettikten sonra, bize her ilginç gelen insan için yaptığımız gibi ya da kendi adıma yazayım yaptığım gibi kendisini google'ladım. 1980 doğumlu. İsveç'te tv-medya, ardından Ankara'da tiyatro okumuş. Sonra tiyatro ve çeşitli dizilerde oynamış. Oynamaya da devam ediyor. Kendisini ifade edecek şeyi bulmuş, o anlamda kendisini gerçekleştirmiş biri. Ondan bu kadar bahsetmişken Saadet Işıl Aksoy'dan bahsetmemek olmaz çünkü o da dikkat çeken bir oyunculuk sergiliyor, hakkını yemeyelim. Ayrıca, bu filmde çok güzel.

Filme gelirsek, en başta engelliler'in dünyasını naif bir dille anlatan, sevginin gücüyle uyumun nasıl yakalandığını, farklılıkların nasıl aşıldığını gösteren, ruhunuzu okşayan sıcak bir hikaye. Çağrı Merkezi'nde part time da olsa 1.5 yıl çalışmış birisi olarak, Çağrı Merkezi'nde çalışan insanların yöneticiler de dahil olmak üzere sıkışmışlık hissini, trajikomik hallerini aktarmaya çabalamış film. Film seyrederken çokça düşündüğüm bir konudur seyircinin hikayeyle kendisini ne denli özdeşleştirdiği. Biz Türk seyirciler için yabancı filmlerde bunu yapmak specific ruh durumları dışında pek mümkün olmuyor çünkü farklı bir kültür, farklı bir yaşam şekli izliyorsunuz. Türk filmlerinde de metropolde yaşayıp, özel sektörde hatta kurumsal bir yerde 09:00-18:00 arası çalışan karakterlerin hayatının işlendiğine hafızam beni yanıltmıyorsa çok rastlamadım. Bugüne kadar rastgeldiklerimde de gerçeklik duygusunu yakalayamadım sanırım. Mesela bu filmde işten sonra kızın her akşam servise binişi, servis'te kendisini tekrar eden karanlık ruh hali sahicilik açısından önemli bir tespitti.

Filmin müzikleri Mor ve Ötesi'ne ait ve çok başarılı. Filme katkısı hissedilir olmuş.
Teknik anlamda dikkatimi çekense korsan dvd'ye rağmen, özellikle bazı sahnelerde ışık çok güzeldi. Filmdeki ismiyle Zeynep'in fotoğrafçılık merakı, komşularının şiirlerini sanatsal katkıyla kitaba dönüştürmesi, Onur'un ise (Mert Fırat) cano serüveni, asıl mesleği olan web design işine Zeynep'in yüreklendirmesiyle geri dönüşü yani karakterlerin çok yönlü oluşu filme zenginlik katmıştı. Tabi şu tahlil de önemli: Normalde Çağrı Merkezi'nde çalışan birisinin ya da sağır ve dilsiz bir adamın gerçek hayatta çok daha pasif, hayata bakışının dar olduğunu düşünürsünüz. Bu anlamda da filmin önyargıları sarsan bir etkisi vardı.

Diyeceğim o ki, Başka Dilde Aşk, gözlerinizi naifçe dolduran, yüzünüzde acı tatlı bir tebessüm bırakan izlemeye değer bir film.

17 Mayıs 2010 Pazartesi

Cannes Film Festival 2010 Official Selection

* ANOTHER YEAR directed by Mike LEIGH
* BIUTIFUL directed by Alejandro GONZÁLEZ IÑÁRRITU
* COPIE CONFORME (CERTIFIED COPY) directed by Abbas KIAROSTAMI
* DES HOMMES ET DES DIEUX (OF GODS AND MEN) directed by Xavier BEAUVOIS
* FAIR GAME directed by Doug LIMAN
* HORS LA LOI (OUTSIDE OF THE LAW) directed by Rachid BOUCHAREB
* LA NOSTRA VITA (OUR LIFE) directed by Daniele LUCHETTI
* LA PRINCESSE DE MONTPENSIER (THE PRINCESS OF MONTPENSIER) directed by Bertrand TAVERNIER
* LUNG BOONMEE RALUEK CHAT (Uncle Boonmee Who Can Recall His Past Lives) directed by Apichatpong WEERASETHAKUL
* OUTRAGE directed by Takeshi KITANO
* POETRY directed by LEE Chang-dong
* RIZHAO CHONGQING (CHONGQING BLUES) directed by WANG Xiaoshuai
* ROUTE IRISH directed by Ken LOACH
* SCHASTYE MOE (MY JOY) directed by Sergei LOZNITSA
* SZELÍD TEREMTÉS - A FRANKENSTEIN TERV (TENDER SON - The Frankenstein Project) directed by Kornél MUNDRUCZÓ
* THE HOUSEMAID directed by IM Sangsoo
* TOURNÉE (ON TOUR) directed by Mathieu AMALRIC
* UN HOMME QUI CRIE (A screaming man) directed by Mahamat-Saleh HAROUN
* UTOMLYONNYE SOLNTSEM 2: PREDSTOYANIE (THE EXODUS - Burnt by the sun 2) directed by Nikita MIKHALKOV

Robin Hood

Zaman: 12. yüzyıl. Mekan: Sherwood Forest-Nottinghamshire, İngiltere.
Kahramanımız duvar yazarı bir çiftçinin oğlu, Robin Longstride. Dürüst, cesur, zenginden alıp fakire veren bir yardımsever.
Filmin ilk 10-15 dakikasında şu izlenimi edindim: Sahneler ezbere, ardı arkasına dizilmiş, kesik kesik. Oyuncuların rolleri filmin içinde erimiyor, asılı kalıyor. Asılı kaldıkça kendinizi veremiyorsunuz, dolayısıyla filmin içine girmekte ilk etapta zorlanıyorsunuz. Hollywood büyük prodüksiyonlarının bazılarında bu duygu yoksunluğu bütün o emeğe karşılık maalesef hissediliyor. Geçişler önemlidir sinemada, belki de en önemli şeydir. O geçişleri seyirci hissetmemelidir çünkü film başladığı andan itibaren siz o karanlık salonda başka bir dünyaya adım atarsınız, işte o andan sonra eğer film iyiyse, hayatın gündelik dertleri, sinemadan çıkınca ne yapacağınız, işinizle ilgili yapmanız gerekenler, almayı unuttuğunuz herhangi bir şey, yer etmiş dertleriniz aklınıza gelmez. Tünelden içeri girmişsinizdir bir kere. Tarihsel bir hikaye ise anlatılan, doğallık daha da önem kazanır. Düşünün 2010 yılında 12. yüzyılı beyazperdeden izliyorsunuz. Bu anlamda filmin başlangıcında sıkıntılar vardı. Filmin sanat yönetimi ise oldukça başarılıydı. 1937 doğumlu Ridley Scott’ın bu konuda iyi olduğunu biliyoruz. Oyunculara gelince, açıkçası Russel Crowe gerçek hayatta da, “delikanlı” tarzını benimsemiş birisi olarak role yakışmış. Erkeksi ve çekici. Cate Blanchett soylu dul ingiliz rolüne fiziği itibariyle de çok uymuş. Fransız Kralı Philip, Fransızlar’ın bohem ve her daim kafası karışık ruh halini perdeye iyi yansıtmış. Kral Richard’ın ölümüyle tahta gelen Kral John’un ise oyunculuğunun çok göz doldurmadığını itiraf etmeliyim. Seyredecek olanlar için hikayenin gelişiminden ve “yok artık” dedirten komik sahnelerinden söz etmeyeceğim. Şu kadarını söylemeliyim. İkinci perde birinci perdeden daha iyi başlamakla birlikte, özellikle filmin sonları Amerikan klişesinden kurtulamıyor. Yine de son sahneden öğrendiğimiz filmin ikincisinin çekileceği ve merakla bekleneceği.

15 Mayıs 2010 Cumartesi

Aradan geçen 3 yıldan sonra....

2010 İstanbul Film Festivali'nde izlediğim filmleri birer cümleyle özetlersem:

1) Ajami
Anlamsızlıkların kaosu
2) Akvaryum
Güvenmenin bedeli yanıldıysanız ağır olabilir, ama bazen göze aldığınız şey, sizi fanustan dışarı çıkaracaktır.
3) Nowhere Boy
İçindeki sesi dinle ve cesur ol
4) Aşkın Son Mevsimi
Vazgeçmemek
5) Lübnan
Birileri sizin kaderinizi belirler...
6) Arabulucu
Bir Joseph Losey filmi izlemek için...
7) Tek Başına Bir Adam
Designers are not only some people from fashion world, they are also artists. One of them is Tom Ford.
8) Yuva-François Ozon
François Ozon'un her filmini sevmem ama bu filmi seyrettiklerimin en iyisiydi diyebilirim.
9) The Cove
İşini ciddiye almak ve samimi olmak
10) Özel hayatlar
Sessizliğin dili güçlüdür.
11) Kutsal Direniş
Bir Elia Suleyman filmi
12) Paris'te Son Konser
Sanırım 15 dakika sürdü tüm film boyunca beklediğimiz konser anı. Bu sahnenin sinema tarihine geçebilecek kadar güçlü olduğuna inanmamın en önemli nedeni, duygunun seyirciye geçirilmesindeki ustalık idi.
13) Akıntıya Karşı
Akıntıya karşı durulabilir mi? Cesaretle, evet.
14) Islık Çalmak İstersem, Çalarım
Oyuncu olsaydım, ilk oyunculuk deneyimimin böyle göz doldurmasını isterdim.
15) Matmazel Chambon
İkilemde kalmanın dayanılmaz acısı...
16) Balerin ve Hırsız
Bir Şili filmi. Etkileyici ve Hüzünlü..
17) Köpek Dişi
Tek cümle olmayacak ama:
Haneke ve Lars Von Trier'ın uslubundan ilham aldığı söylenen Yunan yönetmenin daha gidecek yolu var. Haneke ve Lars Von Trier için ortak bir şey söylersem, ikisi de bilinçaltınızdaki çirkinliklerle sizi yüzleştirir ve sarsar. Ben bir filmin güzelliğini ya da başarısını diyeyim, ne denli sarsıcı olduğuyla ilişkilendiririm. O anlamda kendini tekrar eden, daha iyi örülebilecek bir film olduğu sonucuna vardım.