Mert Fırat, ilk kez Binbir Gece dizisinin, annem seyrederken rastgeldiğim sahnelerinde dikkatimi çekmişti. Dikkatimi çeken güçlü oyunculuğuydu. Bakışlarındaki samimiyet, o sahnenin bir kurmaca olduğunu unutturuyordu. Bir de vücut dilini bir oyuncu olarak çok iyi kullanması ve uyumu ilginç gelmişti. Güçlü oyuncular ekranda parlar, bunu hissedersiniz, farkedersiniz. Mert Fırat'ın önümüzdeki yıllarda daha çok konuşacağımız roller ve hatta senaryolar çıkaracağına, Başka Dilde Aşk'ı izleyince bir kez daha inandım. Başka Dilde Aşk'ın senaryosu da kendisine ait. Filmi seyrettikten sonra, bize her ilginç gelen insan için yaptığımız gibi ya da kendi adıma yazayım yaptığım gibi kendisini google'ladım. 1980 doğumlu. İsveç'te tv-medya, ardından Ankara'da tiyatro okumuş. Sonra tiyatro ve çeşitli dizilerde oynamış. Oynamaya da devam ediyor. Kendisini ifade edecek şeyi bulmuş, o anlamda kendisini gerçekleştirmiş biri. Ondan bu kadar bahsetmişken Saadet Işıl Aksoy'dan bahsetmemek olmaz çünkü o da dikkat çeken bir oyunculuk sergiliyor, hakkını yemeyelim. Ayrıca, bu filmde çok güzel.
Filme gelirsek, en başta engelliler'in dünyasını naif bir dille anlatan, sevginin gücüyle uyumun nasıl yakalandığını, farklılıkların nasıl aşıldığını gösteren, ruhunuzu okşayan sıcak bir hikaye. Çağrı Merkezi'nde part time da olsa 1.5 yıl çalışmış birisi olarak, Çağrı Merkezi'nde çalışan insanların yöneticiler de dahil olmak üzere sıkışmışlık hissini, trajikomik hallerini aktarmaya çabalamış film. Film seyrederken çokça düşündüğüm bir konudur seyircinin hikayeyle kendisini ne denli özdeşleştirdiği. Biz Türk seyirciler için yabancı filmlerde bunu yapmak specific ruh durumları dışında pek mümkün olmuyor çünkü farklı bir kültür, farklı bir yaşam şekli izliyorsunuz. Türk filmlerinde de metropolde yaşayıp, özel sektörde hatta kurumsal bir yerde 09:00-18:00 arası çalışan karakterlerin hayatının işlendiğine hafızam beni yanıltmıyorsa çok rastlamadım. Bugüne kadar rastgeldiklerimde de gerçeklik duygusunu yakalayamadım sanırım. Mesela bu filmde işten sonra kızın her akşam servise binişi, servis'te kendisini tekrar eden karanlık ruh hali sahicilik açısından önemli bir tespitti.
Filmin müzikleri Mor ve Ötesi'ne ait ve çok başarılı. Filme katkısı hissedilir olmuş.
Teknik anlamda dikkatimi çekense korsan dvd'ye rağmen, özellikle bazı sahnelerde ışık çok güzeldi. Filmdeki ismiyle Zeynep'in fotoğrafçılık merakı, komşularının şiirlerini sanatsal katkıyla kitaba dönüştürmesi, Onur'un ise (Mert Fırat) cano serüveni, asıl mesleği olan web design işine Zeynep'in yüreklendirmesiyle geri dönüşü yani karakterlerin çok yönlü oluşu filme zenginlik katmıştı. Tabi şu tahlil de önemli: Normalde Çağrı Merkezi'nde çalışan birisinin ya da sağır ve dilsiz bir adamın gerçek hayatta çok daha pasif, hayata bakışının dar olduğunu düşünürsünüz. Bu anlamda da filmin önyargıları sarsan bir etkisi vardı.
Diyeceğim o ki, Başka Dilde Aşk, gözlerinizi naifçe dolduran, yüzünüzde acı tatlı bir tebessüm bırakan izlemeye değer bir film.
19 Mayıs 2010 Çarşamba
17 Mayıs 2010 Pazartesi
Cannes Film Festival 2010 Official Selection
* ANOTHER YEAR directed by Mike LEIGH
* BIUTIFUL directed by Alejandro GONZÁLEZ IÑÁRRITU
* COPIE CONFORME (CERTIFIED COPY) directed by Abbas KIAROSTAMI
* DES HOMMES ET DES DIEUX (OF GODS AND MEN) directed by Xavier BEAUVOIS
* FAIR GAME directed by Doug LIMAN
* HORS LA LOI (OUTSIDE OF THE LAW) directed by Rachid BOUCHAREB
* LA NOSTRA VITA (OUR LIFE) directed by Daniele LUCHETTI
* LA PRINCESSE DE MONTPENSIER (THE PRINCESS OF MONTPENSIER) directed by Bertrand TAVERNIER
* LUNG BOONMEE RALUEK CHAT (Uncle Boonmee Who Can Recall His Past Lives) directed by Apichatpong WEERASETHAKUL
* OUTRAGE directed by Takeshi KITANO
* POETRY directed by LEE Chang-dong
* RIZHAO CHONGQING (CHONGQING BLUES) directed by WANG Xiaoshuai
* ROUTE IRISH directed by Ken LOACH
* SCHASTYE MOE (MY JOY) directed by Sergei LOZNITSA
* SZELÍD TEREMTÉS - A FRANKENSTEIN TERV (TENDER SON - The Frankenstein Project) directed by Kornél MUNDRUCZÓ
* THE HOUSEMAID directed by IM Sangsoo
* TOURNÉE (ON TOUR) directed by Mathieu AMALRIC
* UN HOMME QUI CRIE (A screaming man) directed by Mahamat-Saleh HAROUN
* UTOMLYONNYE SOLNTSEM 2: PREDSTOYANIE (THE EXODUS - Burnt by the sun 2) directed by Nikita MIKHALKOV
* BIUTIFUL directed by Alejandro GONZÁLEZ IÑÁRRITU
* COPIE CONFORME (CERTIFIED COPY) directed by Abbas KIAROSTAMI
* DES HOMMES ET DES DIEUX (OF GODS AND MEN) directed by Xavier BEAUVOIS
* FAIR GAME directed by Doug LIMAN
* HORS LA LOI (OUTSIDE OF THE LAW) directed by Rachid BOUCHAREB
* LA NOSTRA VITA (OUR LIFE) directed by Daniele LUCHETTI
* LA PRINCESSE DE MONTPENSIER (THE PRINCESS OF MONTPENSIER) directed by Bertrand TAVERNIER
* LUNG BOONMEE RALUEK CHAT (Uncle Boonmee Who Can Recall His Past Lives) directed by Apichatpong WEERASETHAKUL
* OUTRAGE directed by Takeshi KITANO
* POETRY directed by LEE Chang-dong
* RIZHAO CHONGQING (CHONGQING BLUES) directed by WANG Xiaoshuai
* ROUTE IRISH directed by Ken LOACH
* SCHASTYE MOE (MY JOY) directed by Sergei LOZNITSA
* SZELÍD TEREMTÉS - A FRANKENSTEIN TERV (TENDER SON - The Frankenstein Project) directed by Kornél MUNDRUCZÓ
* THE HOUSEMAID directed by IM Sangsoo
* TOURNÉE (ON TOUR) directed by Mathieu AMALRIC
* UN HOMME QUI CRIE (A screaming man) directed by Mahamat-Saleh HAROUN
* UTOMLYONNYE SOLNTSEM 2: PREDSTOYANIE (THE EXODUS - Burnt by the sun 2) directed by Nikita MIKHALKOV
Robin Hood
Zaman: 12. yüzyıl. Mekan: Sherwood Forest-Nottinghamshire, İngiltere.
Kahramanımız duvar yazarı bir çiftçinin oğlu, Robin Longstride. Dürüst, cesur, zenginden alıp fakire veren bir yardımsever.
Filmin ilk 10-15 dakikasında şu izlenimi edindim: Sahneler ezbere, ardı arkasına dizilmiş, kesik kesik. Oyuncuların rolleri filmin içinde erimiyor, asılı kalıyor. Asılı kaldıkça kendinizi veremiyorsunuz, dolayısıyla filmin içine girmekte ilk etapta zorlanıyorsunuz. Hollywood büyük prodüksiyonlarının bazılarında bu duygu yoksunluğu bütün o emeğe karşılık maalesef hissediliyor. Geçişler önemlidir sinemada, belki de en önemli şeydir. O geçişleri seyirci hissetmemelidir çünkü film başladığı andan itibaren siz o karanlık salonda başka bir dünyaya adım atarsınız, işte o andan sonra eğer film iyiyse, hayatın gündelik dertleri, sinemadan çıkınca ne yapacağınız, işinizle ilgili yapmanız gerekenler, almayı unuttuğunuz herhangi bir şey, yer etmiş dertleriniz aklınıza gelmez. Tünelden içeri girmişsinizdir bir kere. Tarihsel bir hikaye ise anlatılan, doğallık daha da önem kazanır. Düşünün 2010 yılında 12. yüzyılı beyazperdeden izliyorsunuz. Bu anlamda filmin başlangıcında sıkıntılar vardı. Filmin sanat yönetimi ise oldukça başarılıydı. 1937 doğumlu Ridley Scott’ın bu konuda iyi olduğunu biliyoruz. Oyunculara gelince, açıkçası Russel Crowe gerçek hayatta da, “delikanlı” tarzını benimsemiş birisi olarak role yakışmış. Erkeksi ve çekici. Cate Blanchett soylu dul ingiliz rolüne fiziği itibariyle de çok uymuş. Fransız Kralı Philip, Fransızlar’ın bohem ve her daim kafası karışık ruh halini perdeye iyi yansıtmış. Kral Richard’ın ölümüyle tahta gelen Kral John’un ise oyunculuğunun çok göz doldurmadığını itiraf etmeliyim. Seyredecek olanlar için hikayenin gelişiminden ve “yok artık” dedirten komik sahnelerinden söz etmeyeceğim. Şu kadarını söylemeliyim. İkinci perde birinci perdeden daha iyi başlamakla birlikte, özellikle filmin sonları Amerikan klişesinden kurtulamıyor. Yine de son sahneden öğrendiğimiz filmin ikincisinin çekileceği ve merakla bekleneceği.
Kahramanımız duvar yazarı bir çiftçinin oğlu, Robin Longstride. Dürüst, cesur, zenginden alıp fakire veren bir yardımsever.
Filmin ilk 10-15 dakikasında şu izlenimi edindim: Sahneler ezbere, ardı arkasına dizilmiş, kesik kesik. Oyuncuların rolleri filmin içinde erimiyor, asılı kalıyor. Asılı kaldıkça kendinizi veremiyorsunuz, dolayısıyla filmin içine girmekte ilk etapta zorlanıyorsunuz. Hollywood büyük prodüksiyonlarının bazılarında bu duygu yoksunluğu bütün o emeğe karşılık maalesef hissediliyor. Geçişler önemlidir sinemada, belki de en önemli şeydir. O geçişleri seyirci hissetmemelidir çünkü film başladığı andan itibaren siz o karanlık salonda başka bir dünyaya adım atarsınız, işte o andan sonra eğer film iyiyse, hayatın gündelik dertleri, sinemadan çıkınca ne yapacağınız, işinizle ilgili yapmanız gerekenler, almayı unuttuğunuz herhangi bir şey, yer etmiş dertleriniz aklınıza gelmez. Tünelden içeri girmişsinizdir bir kere. Tarihsel bir hikaye ise anlatılan, doğallık daha da önem kazanır. Düşünün 2010 yılında 12. yüzyılı beyazperdeden izliyorsunuz. Bu anlamda filmin başlangıcında sıkıntılar vardı. Filmin sanat yönetimi ise oldukça başarılıydı. 1937 doğumlu Ridley Scott’ın bu konuda iyi olduğunu biliyoruz. Oyunculara gelince, açıkçası Russel Crowe gerçek hayatta da, “delikanlı” tarzını benimsemiş birisi olarak role yakışmış. Erkeksi ve çekici. Cate Blanchett soylu dul ingiliz rolüne fiziği itibariyle de çok uymuş. Fransız Kralı Philip, Fransızlar’ın bohem ve her daim kafası karışık ruh halini perdeye iyi yansıtmış. Kral Richard’ın ölümüyle tahta gelen Kral John’un ise oyunculuğunun çok göz doldurmadığını itiraf etmeliyim. Seyredecek olanlar için hikayenin gelişiminden ve “yok artık” dedirten komik sahnelerinden söz etmeyeceğim. Şu kadarını söylemeliyim. İkinci perde birinci perdeden daha iyi başlamakla birlikte, özellikle filmin sonları Amerikan klişesinden kurtulamıyor. Yine de son sahneden öğrendiğimiz filmin ikincisinin çekileceği ve merakla bekleneceği.
15 Mayıs 2010 Cumartesi
Aradan geçen 3 yıldan sonra....
2010 İstanbul Film Festivali'nde izlediğim filmleri birer cümleyle özetlersem:
1) Ajami
Anlamsızlıkların kaosu
2) Akvaryum
Güvenmenin bedeli yanıldıysanız ağır olabilir, ama bazen göze aldığınız şey, sizi fanustan dışarı çıkaracaktır.
3) Nowhere Boy
İçindeki sesi dinle ve cesur ol
4) Aşkın Son Mevsimi
Vazgeçmemek
5) Lübnan
Birileri sizin kaderinizi belirler...
6) Arabulucu
Bir Joseph Losey filmi izlemek için...
7) Tek Başına Bir Adam
Designers are not only some people from fashion world, they are also artists. One of them is Tom Ford.
8) Yuva-François Ozon
François Ozon'un her filmini sevmem ama bu filmi seyrettiklerimin en iyisiydi diyebilirim.
9) The Cove
İşini ciddiye almak ve samimi olmak
10) Özel hayatlar
Sessizliğin dili güçlüdür.
11) Kutsal Direniş
Bir Elia Suleyman filmi
12) Paris'te Son Konser
Sanırım 15 dakika sürdü tüm film boyunca beklediğimiz konser anı. Bu sahnenin sinema tarihine geçebilecek kadar güçlü olduğuna inanmamın en önemli nedeni, duygunun seyirciye geçirilmesindeki ustalık idi.
13) Akıntıya Karşı
Akıntıya karşı durulabilir mi? Cesaretle, evet.
14) Islık Çalmak İstersem, Çalarım
Oyuncu olsaydım, ilk oyunculuk deneyimimin böyle göz doldurmasını isterdim.
15) Matmazel Chambon
İkilemde kalmanın dayanılmaz acısı...
16) Balerin ve Hırsız
Bir Şili filmi. Etkileyici ve Hüzünlü..
17) Köpek Dişi
Tek cümle olmayacak ama:
Haneke ve Lars Von Trier'ın uslubundan ilham aldığı söylenen Yunan yönetmenin daha gidecek yolu var. Haneke ve Lars Von Trier için ortak bir şey söylersem, ikisi de bilinçaltınızdaki çirkinliklerle sizi yüzleştirir ve sarsar. Ben bir filmin güzelliğini ya da başarısını diyeyim, ne denli sarsıcı olduğuyla ilişkilendiririm. O anlamda kendini tekrar eden, daha iyi örülebilecek bir film olduğu sonucuna vardım.
1) Ajami
Anlamsızlıkların kaosu
2) Akvaryum
Güvenmenin bedeli yanıldıysanız ağır olabilir, ama bazen göze aldığınız şey, sizi fanustan dışarı çıkaracaktır.
3) Nowhere Boy
İçindeki sesi dinle ve cesur ol
4) Aşkın Son Mevsimi
Vazgeçmemek
5) Lübnan
Birileri sizin kaderinizi belirler...
6) Arabulucu
Bir Joseph Losey filmi izlemek için...
7) Tek Başına Bir Adam
Designers are not only some people from fashion world, they are also artists. One of them is Tom Ford.
8) Yuva-François Ozon
François Ozon'un her filmini sevmem ama bu filmi seyrettiklerimin en iyisiydi diyebilirim.
9) The Cove
İşini ciddiye almak ve samimi olmak
10) Özel hayatlar
Sessizliğin dili güçlüdür.
11) Kutsal Direniş
Bir Elia Suleyman filmi
12) Paris'te Son Konser
Sanırım 15 dakika sürdü tüm film boyunca beklediğimiz konser anı. Bu sahnenin sinema tarihine geçebilecek kadar güçlü olduğuna inanmamın en önemli nedeni, duygunun seyirciye geçirilmesindeki ustalık idi.
13) Akıntıya Karşı
Akıntıya karşı durulabilir mi? Cesaretle, evet.
14) Islık Çalmak İstersem, Çalarım
Oyuncu olsaydım, ilk oyunculuk deneyimimin böyle göz doldurmasını isterdim.
15) Matmazel Chambon
İkilemde kalmanın dayanılmaz acısı...
16) Balerin ve Hırsız
Bir Şili filmi. Etkileyici ve Hüzünlü..
17) Köpek Dişi
Tek cümle olmayacak ama:
Haneke ve Lars Von Trier'ın uslubundan ilham aldığı söylenen Yunan yönetmenin daha gidecek yolu var. Haneke ve Lars Von Trier için ortak bir şey söylersem, ikisi de bilinçaltınızdaki çirkinliklerle sizi yüzleştirir ve sarsar. Ben bir filmin güzelliğini ya da başarısını diyeyim, ne denli sarsıcı olduğuyla ilişkilendiririm. O anlamda kendini tekrar eden, daha iyi örülebilecek bir film olduğu sonucuna vardım.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)