24 Mart 2013 Pazar
Biraz da edebiyat..
Koşulları hızlı bir gerçekçilikle benimsiyor. Oysa ben henüz taşra bahçelerinin erik ağaçları altındaki durgunluktayım..
Yaşam, şimdi ancak kavranılması ve anlaşılması gereken; oysa yaşanması, gerçeğine inilmesi ilerideki yıllara atılan bir yabancı öğe gibi önümüze getirilmiş. Coğrafya derslerine getirilen yerküre gibi. Kimse yaşadığımız mevsimin, günlerin ve gecelerin yaşamın kendisi olduğundan söz etmiyor. Her an belirtilen bir öğretiye, bizler hep hazırlanıyoruz. Neden?
Arka arkaya viski içiyor. Böyle kendi kendine bile dayanamayan bir insan haline gelişi, belli bir sevinç veriyor bana.
Bizim okulun rahibelerinden -çoktan ölmesi gereken- biri küçük adımlarla geliyor. Çok yaşlanmış. Yılları ve öğrencileri birbirine karıştırıyor. Beni tanıması beklenemez, ama düşünceleri de büsbütün karışık.
O yaz günü, Sirkeci Garı'nda Günk'ü geçirirken insanı ve erkeği öğrenmenin bu denli güç olduğunu hiç bilmiyorum. Erkeği öğrenmek için, çok erkek tanımak gerektiğini de bilmiyorum. Mutluluğun, insanın kendi kendisiyle hoşnut olmasıyla başlayacağını da bilmiyorum.
Yazmak istiyorum. Ama her zaman yaşamın günlük hareketliliklerini yeğliyorum. Caddelere çıkmak, doymak bilmediğim sokaklara bakmak, yeni köşeler keşfetmek, yabancı insanları seyretmek, doyumsuz yaşamı gözlerimden yüreğime indirmek istiyorum. Kısacık anlarda çeşitli olayları, insan varoluşunun özünü, zaman ve duyguları sınırsızlık içinde derinliğine düşünen insanlar çok mu?
Bilmiyorum. Bir an, zamanları, olayları, duyguları, dağları, kalın gövdeli, büyük dallı ağaçları, yeşil mavi Akdeniz'i, uzantısındaki okyanusları, okyanuslarla ufuklarda birleşen yıldızlı gökyüzünü ve dağların ardından yükselen güneşi aşan olaylarla dolu.
Sarhoşluğun uzantısında süren bu gecede hiç uyuyamıyorum..
Anlatamayacağım, bu insanlar "Guguk Kuşu" filmini de, Napolyon'un yaşamöyküsü filmini de, limana yanaşan beyaz bir yolcu gemisini de, vitrinlerdeki yeni sonbahar giysilerini de aynı gözlerle seyredebiliyorlarsa, elimden ne gelir?
Onlar "başkaldırmayı" savunurken, belli bir düzenin akışındaki yerlerini korumaya çalışıyorlar.
Gizli sevgililer edinmeye çalışan, ama kendilerini mutlu aile babaları, ileri bilimadamları göstermek isteyen, insanın özünü anlamaktan yoksun kişiler..
Çoğu kez insan yaşamı, yaşanmış coşkuların anısı ile de geçer. Ama yaşamın bazı kesitlerinde bu coşkugece ve gündüz somut olarak kavrar benliğimizi. Bir şarkıyla. Bir resimle. Uzayan bir bulvarla. Sevilen, teni okşanan bir insanla. Yaprakları hışırdayan bir ağaçla..
Uzun süre yalnız güneşin doğuşunu, batışını, bulutların rüzgarla birlikte koşuşunu, yağmurlu, yağmurdan sonra çok ender görülen gökkuşağını ve gökkuşağının mora büründüğü denizleri, dilediğimce seyretmek isterdim. Oysa koşullandırılmış bir büyük kentliyim.
O akşamüzerleri, yalnızlıkla geçiştirilmiş uzun yaz günlerinin, birşeyler yaşanmak istenen, gene de olağanüstü bir şeyin yaşanamayacağı önceden bilinen, akşamüzerleriydi.
İki insanın birleşmesindeki sonsuzluk özü olmalı insan yaşamının.
Ağustos 1978-79 Tezer Özlü-Çocukluğun Soğuk Geceleri
1 Mart 2013 Cuma
Berlinale
Evet, nerde kalmıştık?
Gelelim üçüncü güne..Berlin'in soğuk sokaklarına atıyorum kendimi kahvaltıdan sonra.
Friedrichs Street'te biraz oyalandıktan sonra soluğu yine bilet bulmak için Berlinale Palast'ta alıyorum ve The Necessary Death of Charlie Countryman filminin galasına biletimi erkenden alıyorum bu sefer. Mads Mikkelsen oynuyorsa bir filmde, o film iyidir varsayımından hareketle.
Ve film iyi çıkıyor, yanılmıyorum. Filmin galasında olmak yine o ritüeli yaşattığı için bana, ayrıca mutluyum. Film, şiddet yanlısı mafyoz bir adamın sevgilisine, romantik bir gencin aşık olmasını konu alıyor. Tahmin edeceğiniz üzere kovalamaca, aşk, gerilim birarada olunca maya tutuyor. Bir Tarantino havası da seziyorum filmde. Sonuna kadar şiddet ama arka fonda insanı alıp götüren bir müzik, slow motion görüntüler, ana kahramanın iç dünyasını anlatan dış ses, filmi bambaşka bir havaya sokuyor ki biz melankolikler işte tam bu havayı seviyoruz. Filmde Mads Mikkelsen kadar başroldeki özellikle erkek oyuncu Shia LaBeouf ve Evan Rachel Wood da performanslarıyla etkiliyor.
Dördüncü gün...Premier'lerin yapıldığı Friedrichspalast'a gidiyorum. Hava yine soğuk, hatta bu sefer gece yağan kar tutmuş biraz. Berlin karla daha güzel. Normalde en ufak bir soğukta hemen üşüyen ben, hiç üşümüyorum. Aksine soğuk bana bir ferahlık hissi veriyor. Bu sefer şanslıyım, hiç sıra yok. Hem akşamki galaya gişeden hemen bilet alıyorum, (Bu salon çok daha büyük olduğu için bilet bulmak daha kolay.) hem de 09:30'daki film için bir kız yanıma yaklaşıyor ve arkadaşım uyanamadı bilet ister misiniz diye soruyor. Hayatın böyle beklenmedik güzel sürprizleri ne iyi hissettiriyor.
İyi ki uyanamamış arkadaşınız diyorum, yatsın bu soğukta sıcacık yatağında, ne işi var diyorum, bileti kapıyorum:)
İlk filmin adı: a long and a happy life. Bir Rus filmi. Bazı filmleri tek bir kare için seyredersiniz, bu film benim için öyle bir filmdi. Klasik bir festival filmi, durağan, yakın planlar, ses'in ön planda olduğu sahneler, çizmenin toprak üzerinde çıkardığı sese odaklanıyoruz, yürüyen kahramanı sırtından görürken...Filmin konusu toprak sahibi Sacha'nın toprağına devletin belli bir bedel ödeyerek el koymak istemesi, buna karşın Sacha'nın devlet yetkilileriyle işçileri arasında kalması. Film Sacha'nın ruh hali üzerine odaklanıyor ve herşeyin nasıl bir anda kontrolden çıkabileceğini gösteriyor..
Sadece bu sahne için bile seyredilir dediğim sahne, filmin sonunda nehri yakın planda gördüğümüz sahne. Sanki nehir bize birşey anlatıyor o sahnede. Uzun uzun bakakalıyoruz.
Akşamki film ise son dönemde beğendiğim yönetmenlerden Michael Winterbottom'un son filmi. "The Look of Love" Dusty Springfield'ın şarkısı.. Şarkı filmle öyle bütünleşiyor ki hayran kalıyorsunuz. Gerçek bir hikayeden aktarılan filmin konusu, 70'lerde İngiltere'de gece kulubü işletmeye başlayan, bu sayede İngiltere'nin en zenginleri arasına giren Paul Raymond'ın hayat hikayesi. Michael Winterbottom ileride en iyi yönetmen Oscar'ını alabilir, demedi demeyin. Bir de Imogen Poots bu filmde performansı ve güzelliğiyle parlıyor. Oyunculuk, o dönemin ruhunun yansıtılması açısından sanat yönetmenliği, senaryo, dialoglar başarılı. Film sizi ilk anda içine alıyor. Renkli başlıyor ama renkli bitmiyor hikaye. Çıktığınızda boğazınızda birşey düğümleniyor. Çıkıyorum, saat 12'ye geliyor. Hava soğuk ama biraz yürümek istiyorum. 35 dakikada yürüyerek otele geliyorum. Sokaklar bomboş ama korkmuyorum, şehrin güven veren bir havası var çünkü. Ya da ben kendime fazla güveniyorum..
Berlinale'ye tekrar gitmek ama bu sefer daha uzun kalmak isterim.
Her ne kadar publicseen olmasa da, sıra Cannes Film Festivali'nde.
Kimbilir belki bir akreditasyon bulurum..
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)