Hayatboyu filmini, yeni sinematek’imiz Başka Sinema aracılığıyla Beyoğlu
Beyoğlu sinemasında izledim. Gösterimde yönetmeniyle, yapımcısıyla, başrol
oyuncularıyla film ekibinin de olması ve film sonrası sıcağı sıcağına
yaklaşık 1 saat süren soru-cevap
kısmına katılmak ayrıca keyifliydi.
Hatta ben, en az film kadar seviyorum film sonrası sohbetleri. Henüz sinemanın büyülü atmosferinden çıkmadan, aynı filmin her insanda bambaşka
duygular uyandırdığını görmek, yönetmenin ve diğer oyuncuların seyirci
görüşlerini dinlerkenki heyecanını gözlemlemek, o anın da aslında
filmin bir devamıymış gibi gelmesi, söyleşi son bulduğunda yoğun duygularla, hele
bir de İstiklal Caddesi’nde ise film, yürümek sonsuz bir rahatlama hissi
yaratıyor. Bir tür ruh buluşması diyelim.
İlk kez yine bu yıl, Berlinale’de seyirci karşısına çıkan Hayatboyu, 32. İstanbul
Film Festivali’nde En İyi Yönetmen
ve En İyi Görüntü Yönetmeni ödüllerini almıştı. Londra Film Festivali başta
olmak üzere, Avrupa’nın birçok kentinde seyirciyle buluşan ya da buluşmaya
hazırlanan film, en son 49.
Chicago Film Festivali’nin uluslararası yarışma bölümüne seçildi.
Filme geçersek, hikaye 50’li yaşlarının başında, mimar ve fotoğraf
sanatçısı olan bir çiftin hayatı üzerinden, modern ve hijyen hayatlardaki
iletişimsizlik olgusunu irdeliyor. Film, 21. yüzyılda özellikle şehir hayatında,
eğitimli, refah, entellektüel diyebileceğimiz bir çevrede yaşayan insanların, aslında
19. ve 20. yüzyılın gerçeklerine ve yaşam şekline uygun olarak tasarlanmış
“evlilik” kurumuna bağlı kalma çabalarını konu alıyor. Bu noktada
erkeğin ve kadının farklı dünyasına tanık oluyoruz. Kadının olgun ve kırılgan
yapısını, erkeğin güçlü ama çocuk dünyasını bir kez daha kabulleniyoruz.
Meslekler insanları nasıl dönüştürür, özbenliğine ne kadar işler, bunun üzerine
düşünüyoruz. Hakan Çimenser’in başarıyla canlandırdığı mimar karakterini
izlerken, “her mimar kendisini bir tür Tanrı olarak görür.” sözünü sıkça
hatırlıyoruz. Gerek karakterin aşırı titiz ve elitist tavrı, gerekse kuş bakışı
merdiven planları tanrılaşma olgusunu sıkça hatırlatıyor. Öte yandan, sözümona
aynı “modern” karakterin, kadın söz konusu olduğunda nasıl da gelenekselleştiğini,
özensiz ve aşağılayıcı tutumuyla mükemmelliyetçi
yapısının nasıl irtifa kaybettiğini gözlemliyoruz. Herkesin “birey” olduğu
ve dayanışmanın değil, “birey” olmanın yüceltildiği bu yüzyılda, aslında
ebeveyn de olunamadığını ince bir sızıyla tespit ediyoruz. Hikayede sadakatin vefayla el
değiştirdiğini, mesafenin yakınlaştırıcı etkisini aslında hayat tecrübesi denen
şeyin karşıt duyguları taşıyabilme kabiliyeti olduğunu farkediyoruz.
Senarist ve yönetmen Aslı Özge’yi, başarılı performanslarıyla başrol oyuncuları Defne Halman ve
Hakan Çimenser’i bu güçlü film için tebrik ediyorum.