Sanatın en genel tanımı, dinlediğimiz bir müziğin, okuduğumuz bir kitabın, izlediğimiz bir filmin, baktığımız güzel bir tablonun veya fotoğrafın, bizde uyandırdığı güçlü duygular ise, moda neden bir sanat olarak kabul edilmesin? Veya sanat, içimizden taşan yoğun duyguları bütün bu araçlarla ifade etmek ise, moda neden bu ifade biçimlerinden biri olmasın? Hele ki haute couture denilen yani kişiye özel giysi tasarlayan büyük modacılarsa söz konusu olan, onları sanatçı olarak adlandırmamak büyük bir haksızlık olur.
YSL, 70’lere damgasını vuran
bu sanatçılardan birisidir. Film, Yves’in annesi ve iki kızkardeşi için
elbiseler tasarladığı ilk gençlik yıllarında başlar. Babası avukat olmasını
ister, ancak o yüreğinin sesini takip eder ve moda tasarımı eğitimi almak üzere
Paris’e gider. Kısa sürede yeteneği farkedilir ve bugün olduğu gibi o gün de
prensesleri giydiren Dior modaevi’nde tasarım asistanı olarak çalışmaya başlar.
Kısa zamanda Dior’un sağ kolu olmuştur. Film hızla akar ve biz Dior’un ölümü
ardından modaevinin başına -çok genç olması nedeniyle edilen onca itiraza
rağmen- YSL’nin geçişine tanık oluruz. YSL, aslen Cezayirli’dir. Dior
Modaevi’nin başına geçtikten sonra, ülkesi onu 1960 yılında, o dönem halen
devam etmekte olan Cezayir Bağımsızlık Savaşı’na çağırır. Önce gitmeyi
reddeder, ardından da rahatsızlanarak bir psikiyatri kliniğine yatırılır.