28 Temmuz 2014 Pazartesi

İçimdeki Deniz


Blank’in bu sayısının “aqua” teması üzerine olacağı söylendiğinde, nedense aklıma yıllar önce seyrettiğim ama etkisini hala duyumsadığım “İçimdeki Deniz” filmi geldi.  Oysa ki, yaz mevsiminin daha canlı, neşeli, iyimser bir şeyler akla getirmesi beklenir, değil mi? Bilmem, hiçbirşeyin olması gerektiği gibi olmadığı bu yüzyılda,  bu yıl yaz da yaz gibi olmadığından belki. Durup durup bastıran yağmurlar, yaz yağmurlarının hafifliğinden çok uzak sanki..
2004 yapımı “İçimdeki Deniz”de hatırlarsanız Javier Bardem başrolde etkileyici bir oyunculuk sergilemişti. Film, yabancı dilde en iyi Oscar başta olmak üzere, pek çok önemli ödüle layık görülmüştü.
Geçirdiği bir deniz kazasıyla tüm vücudu felce uğrayan, 26 yıldır yatağa bağlı bir şekilde yaşayan, ötenazinin laik bir devlet olan İspanya’da bireysel bir hak olması gerektiğini savunan Spaniard Ramon Sampedro’nun gerçek hayat hikayesinin anlatıldığı film, ötenazi konusunu tartışmaya açmıştı.
Ötenazi, bildiğiniz gibi fiziksel veya zihinsel olarak dayanılmayacak bir acıyla yaşamını sürdürmek zorunda kalan kişilerin, ölümcül bir sıvı enjekte edilerek, yaşamlarına kendi rızaları neticesinde son verilmesini sağlayan bir uygulama. Halihazırda, Hollanda, Belçika ve Lüksemburg’da  yasal olarak uygulanıyor. Hatta Hollanda ve Belçika’da, 12 yaş üstü çocuklar da ötenazi hakkına sahip. 

Mahrem




Daha kaç kadın tanımalıydı ki, yeterince kadın tanımış olmak için? Kaç kitap okuyunca alim, kaç diyar görünce gezgin, kaç hezimetten sonra bezgin olurdu insan? Kaç olunca çok, kaçta kalınca azdı rakamlar? Mademki kırılmıştı ayna, bir yeterdi Keramet Mumi Keşke Memiş Efendi'ye. Biri bine böler; kıtlıkta kuraklıkta eksilte eksilte, bollukta berekette çoğalta çoğalta çarpardı bini birle. Zaten o, rakamlardan Bir'i fevkalede bulurdu.

İnsanın canı neresinden acırsa, kalbi orada atardı. Keramettin Mumi Keşke Memiş Efendi parmaklarını gözlerine bastırdı. Faydasızdı. Durmuyordu. Kalbi gözlerinde atıyordu. Ve birden, perçinlendi parçalar. Kendi derdi ile kadının derdini birleştirmenin yolunu bulmuştu. Çünkü herşey herşeyle bağlantılıydı..

                                                                                                            Elif Şafak-Mahrem

16 Temmuz 2014 Çarşamba

Nereye gidersem gökyüzü benimdir.

Mitra devrim çocuğuydu. Humeyni geldiğinde henüz doğmuş olduğu için Şah'a dair hiçbir anısı yoktu. İran onun için mollalarla başlıyordu. Ondan rüzgarda küpelerinin sallanmasına duyduğu hayreti dinlerken gözlerim doldu. Bizim aklımıza rüzgarda küpelerimizin savrulmasına şaşırmak hiçbir zaman gelmezdi ya da saçlarımızı savuran rüzgarın özgürlük olduğunu hayal etmek..

Nereye gidersem gökyüzü benimdir.
Şafak Pavey-Kasım 2011



15 Temmuz 2014 Salı

İyi ki sinema var..


Muhabirliğe 12 yıl sonra dönmek de varmış. Kayıt cihazımı sanki hiç 12 yıl geçmemiş gibi sakince çekmeceden çıkarıyorum, test ediyorum, oğlak üstüne oğlak olmaktan mütevellit, çantaya bir de yedek pil atıyorum. O da yetmiyor, telefonun record tuşunu test ediyorum. İkisiyle kaydedeceğim ne olur ne olmaz diye. Sorular hazır, Işık Lisesi’nin karşısındaki Üçgen Kitabevi’ne giriyorum, soruları bastırmak için. Ben 6 yaşındayken de bu kapıdan içeri girmiştim. Sahibi hala bana Seçil diyor, hiç değişmediğimi söylüyor! Böyle bir melankoliyle, işte Özel Okmeydanı Hastanesi’nin önündeyim şimdi. Birazdan Dr. Ercan Kesal ile son kitabı Evvel Zaman’ı ve sinemayı konuşacağız. Ama ben biliyorum, Ercan Kesal yine sinema, hekimlik veya edebiyat üzerinden hayata ve insana dair şeyler söyleyecek esasen. Ercan Kesal son kitabı Evvel Zaman’ı benim için imzalıyor ve şöyle yazıyor. “Sevgili Seçil, iyi ki sinema var!” Evet, iyi ki sinema var...

      Öncelikle sinema üzerine o kadar az türkçe kaynak var ki, o anlamda Evvel Zaman daha önce örneği sanırım olmayan ilk film güncesi. Bu açıdan da ayrıca kıymetli. Güncede bir filmin montaja kadar olan senaryo ve çekim sürecini okuduk. Burda senaryo ekibi arasında zaman zaman ortaya çıkan fikir ayrılıkları, set sürecinde hafif hafif hissettiğimiz tansiyonlar, moral bozulmaları, buna karşın herkesin bir anda kendini çok mutlu hissettiği anlar da var. O gelgitleri sanki ordaymışız gibi hissediyoruz. Tabi bu yazarın hüneri. Ama kitabı bitirdikten sonra bir yandan film yapmak dünyanın en delice işi desek de, bir hayalin somut birşeye dönüşmesi mucizevi birşey, bunu görüyoruz. O inanç nasıl diri tutuluyor tüm bu süreçte? 
Ortaya çıkan ürün sizin kendinize olan saygınızı sağlayan, kendinize olan saygınızı bir kez daha test ettiğiniz, aslında kendinizi sınadığınız bir alan.  Set bütün bu süreç, ortaya çıkan ürün ise hakikaten paha biçilemez birşey. Onun bir karşılığı yok. Yani bu parayla filan yapılacak birşey değil çünkü bütün bu süreçler. Söylediklerin çok doğru. Bir kere ordaki o tartışmalar verimliliğin işareti, senaryoda. Zaten herkes aynı lafı söylerse birşey çıkmaz ortaya. Set mucizelerle dolu bir yerdir, ama bir yandan da inanılmaz hayal kırıklıklarıyla karşılaşabilirsin. Tam da bunlardan sette ilham çıkartacak bir bakışınız olmalı. Yani bütün bu olumsuzlukları lehinize çevirmeyi bilirseniz iyi bir film çıkıyor. Ya da etrafınıza o gözle bakarsanız. Yani, ışıklar söndüğü için beklemedik biz. Köyde, odada hakkaten ışıklar söndü. Karanlıkta çekmeyi düşününce orda mucizevi birşey çıktı. Pekala bekleyebilirdik çay molası verip, ışıkların gelmesini. Tekrar aydınlıkta çekmek için. Ama öyle yapmayıp, böyle yaptığınız zaman ortaya çok daha başka birşey çıkabiliyor. Ordaki bir karakter çok etkileyici şeyler yapıyor, yüzü çok iyi, kamerada çok sizi etkileyen bir resim veriyor, onun peşine düşmek mesela o anda. Bütün bunlar aslında şunu gösteriyor ki, sinema seti aslında hayatla çok benzeşiyor birbirine. Sette yaşadıklarınızla hayatta yaşadıklarınız arasında çok fazla ayrılık yok yani hayatta planlar yaparsınız, başka şeyler size yaşatılır ama onlara hızla uyum sağlarsınız. Sette de planlarla gidersiniz, yağmur yağar, uçak geçer, kar beklersiniz, yağmaz bir türlü.. O başrol oyuncusu hastalanmıştır, arada çalışmaz. Köpek havlamaz, hakkaten hepsi de oldu bütün bunların. Ama siz onların içerisinde yeniden birşey üretmek için çabalarsınız, işte bu da sizi en sonunda elde ettiğiniz ürünle birlikte çok mutlu eder. Üstesinden gelmiş, başarmış, kendinizi test etmiş olursunuz aslında. 


2 Temmuz 2014 Çarşamba

Kış Uykusu

 

Film, Nuri Bilge Ceylan sinemasından alışık olduğumuz bir bozkır görüntüsü ve rüzgar sesiyle başlıyor. Bir süre o görüntüyü izliyoruz. Ceylan, bizi bizle başbaşa bırakıyor. Merak, kaygı, güvensizlik, tekinsizlik içinde gidip geliyoruz, tıpkı rüzgarın eğdiği otlar gibi, bir o yana bir bu yana savruluyor duygularımız... Sonra bir araç görünüyor neyse ki, rahatlıyoruz... Nuri Bilge, bizi bizden kurtarsın istiyoruz. Kurtarıyor da, çünkü Kış Uykusu, yönetmenin diğer filmlerinden farklı olarak diyalog üzerine kurulu bir film. Ceylan’ın görüntü yönetmenliğindeki ustalığını, bu sefer filmin oldukça sağlam kurgulanmış diyaloglarında görüyoruz. Ama o şey değişmiyor. Kış Uykusu, her Nuri Bilge Ceylan filminde olduğu gibi yine sarsıyor izleyiciyi. Çıkınca bir ağırlık çöküyor üstümüze, bir süre konuşmak istemiyoruz. Öylece oturalım, boşluğa bakıp, düşünelim bir süre..
Filme ev sahipliği yapan mekan Kapadokya. Görüntüler büyüleyici. Ama biliyoruz ki, bizi esas etkileyen Kapadokya’nın Peri Bacaları ve geleneksel mağara evlerinden çok yönetmenin kadrajı. Yoksa bugüne kadar Kapadokya’da çekilen başka diziler, filmler de oldu.
Filmin konusuna geçersek, tiyatrodan emekli olan Aydın, Kapadokya’da babasından kalan butik oteli, kızkardeşi Necla ve kendisinden oldukça genç ve güzel eşi Nihal’le birlikte işletmektedir. Film, aile içi hesaplaşmaları, civar köyde Aydın Bey’in kiracısı olarak yaşayan yoksul ailenin dramını, komşuluk, ahbaplık, ast üst ilişkilerini, sınıfsal farkları, kendinden razı olmayan, olamayan insanların bireysel çıkmazlarını konu alıyor.
Diyaloglar kadar filmde gücünü hissettiğimiz bir başka şey, oyunculuk. Başta Haluk Bilginer olmak üzere, sırasıyla Melisa Sözen, Ayberk Pekcan, Serhat Kılıç, Nejat İşler, Mehmet Ali Nuroğlu, Demet Akbağ başarılı performanslarıyla fazlasıyla göz dolduruyor. Her oyuncu rolünün hakkını ayrı ayrı sonuna kadar veriyor. Küçük İlyas dahil. Ama yiğidin hakkını yiğide teslim etmek bir borç adeta Kış Uykusu için. O yiğit Haluk Bilginer. Evet, Haluk Bilginer dışında birisi oynasaydı Aydın rolünü, film bu denli güçlü olmayacaktı, bunu biliyoruz. Haluk Bilginer oyunculuğuyla kendisine hayran bırakıyor seyirciyi..
Peki, karakterlerin biraz daha içine girelim..
Aydın, sözümona entellektüel, modern, memleket meselelerine kafa yoran, mürekkep yalamış, yazan çizen, vicdan ve ahlak kelimelerini dilinden düşürmeyen bir aydın! Perdenin arkasında ise, kendi sınıfından olmayan insanların yanında biraz da ona geçmişini hatırlattıkları için sıkıntı duyan, Nihal’in deyimiyle “kinci, alaycı, korkak”, özgüveni olmayan, bencil, genç karısı tarafından her an aldatılacağı kuşkusuyla kavrulan, ikilemler içinde gidip gelen, bu yüzden herşeyi eline yüzüne bulaştıran bir elitist. O anlamda  kardeşi Necla’nın, karakterin samimiyetsizliğini gözler önüne sermek açısından “hayatında bir kez olsun camiye mi gittin, kendi anne babasının mezarına gidip dua etmeyen bir insanın din adamlarıyla, islam felsefesiyle işi ne” çıkışları son derece yerinde. Tiyatrodan emekli Aydın’ın tiradlarla geçen ömrü izlemeye değer..
Uzun yıllar süren evliliğini, eşinin alkol sorunu dolayısıyla noktaladığını anladığımız kızkardeş Nejla, herkesin kış uykusuna daldığı, yine ironiyle belirlenmiş ismiyle tebessüm etmemize yol açan butik otel “Othello” da, ağabeyi ve yardımsever eşi ile yaşamayı seçmiş kalan ömründe.. Nejla, hayatından genel olarak pişmanlık duyan, bu pişmanlığın verdiği gizli öfkeyi iğneleyici sözleriyle dışa vuran, babadan kalma variyet üzerinde kendisinin de en az ağabeyi kadar hakkı olduğunu bilmesine rağmen, başka bir uğraşı olmadığından sığıntı ya da Aydın’ın deyimiyle “asalak” gibi hisseden ve bütün dünya sanki ona borçluymuş gibi davranan, “kötülüğe karşı koymak için bir neden göremiyorum” gibi beylik laflarla insanlık dersleri vermeye kalkışan, sırtından düşürmediği şalının hayattan bezmiş ruh haline eşlik ettiği bir tutsak.. Nejla’nın, Aydın’ın çalışma odasındaki kanepede yaptığı tespitler ne kadar doğruysa, Aydın’ın Nejla için söyledikleri de bir o kadar doğru. “Çalışmadan geçen bir hayat dürüst ve namuslu bir hayat değildir.” sözü örneğin. Nejla’nın oturduğu kanepenin hemen üstünde asılı duran Virginia Woolf resminden daha iyi ne doğrulayabilirdi bu savı? Woolf, bundan 85 yıl önce bir kadının gerçekten özgür olabilmesi için “Kendine Ait Bir Oda”sı ve parası olması gerektiğini söylemişti..
Tam da kadın özgürlüğünden söz ederken, gelelim Melisa Sözen’in canlandırdığı bir başka tutsak karakter Nihal’e.  Kendisinden oldukça yaşlı birisiyle evlenerek sınıf atlamış, Nejat İşler’in canlandırdığı İsmail’in dillendirdiği gibi, kocasının parasıyla hayır işleri yaparak vicdanını rahatlatmaya çalışan, özgür olamamaktan yakınan ama özgürlük için bedel ödemekten korkan, Nihal olarak değil, Aydın Bey’in eşi olarak varolmayı seçen, kendi hayatına sahip çıkmak yerine, aynı kolaycılıkla, genç, sağlıklı, gururlu, hayat dolu bu kadını yoketmekle eşini suçlayan, ona olan öfkesinden çoğu zaman doğru kararlar veremeyen, belli ki kendisini Aydın ve Nejla’dan daha alçakgönüllü ve insancıl bulan ama eve konuk gelen imam rolündeki kiracıları Hamdi ve yeğenini ayağa kalkmadan, aynı üstten bakan duruşla sofraya buyur eden kendine yabancı bir karakter.
Hapisten yeni çıkmış, işsiz ve alkolik baba rolünü Nejat İşler,  patronunu sürekli manipüle etmeye çalışan, kendi varlığından rahatsız sağ kol rolünü Ayberk Pekcan, din adamlığının getirdiği tevekkülle herşeyi alttan alan, görmezden gelen, durumu idare eden imam rolünü Serhat Kılıç, “yoksulluk, fakirlik doğal afet gibi Aydın’cığım, Allah’ın takdiri” diyen, kayıtsız, amaçsız ve yalnız Suavi’yi Tamer Levent, iki kadeh içkiyle öfkesi su yüzüne çıkan, Anadolu’da öğretmenlik yapan Levent’i Nadir Sarıbacak, Jack Kerouac’ın “Yolda”sı edasında motorsikletiyle gezen, kendisini  self-sufficent olarak tanımlayan Timur’u Mehmet Ali Nuroğlu  ve belki de içimize en çok işleyen oyunculuğuyla, özgürlüğüne ve gururuna sahip çıkan tek insan Küçük İlyas’ı, Emirhan Doruktutan başarıyla canlandırmış.
Altın Palmiye Ödülü’nü, Gezi’de ve Soma’da hayatını kaybeden insanlara adayan Nuri Bilge Ceylan, filmde bir yandan günümüz aydınını eleştirirken, bir yandan da hükümetin paranoya ve nefret dolu yönetim tarzına, bunun neticesinde ortaya çıkan kutuplaşmanın toplumsal hayata yansımalarına ince göndermeler yapıyor. Nejla’nın Aydın’a “yoksa sen de her kötülüğün dış odaklı olduğunu düşünenlerden misin” deyişi, Aydın’ın okul yardımı için eve gelen insanları “çapulcular” olarak adlandırması, Nihal’in Aydın’ı “gençleri özgür oldukları için, inananları inandıkları için sevmiyorsun” suçlaması ve tüm bunların neticesinde, ilerde ne olmak istediği sorulan Küçük İlyas’ın “polis” olmak istediğini söylemesi..
Filmde, Nuri Bilge Ceylan’ın yol arkadaşlarına yine rastlıyoruz. Başucu yazarı Çehov, en çok sevdiği müzisyen olduğunu bildiğimiz Schubert, “sinematografi insan yüzüdür” diyen Bergman, özellikle İlyas’ın kapı aralığından baktığı sahnede ilk aklıma gelen yönetmendi. 
Kış Uykusu, yönetmenin diğer filmlerinden farklı olarak, diyalog ağırlıklı bir film  olsa da, aslında dert ettiği mesele temelde yine aynıdır. İnsanın ikircikli ve karanlık doğasına olan merak ve bu merakla gerçekliği bulma çabası.  Bu cümle, benim için Nuri Bilge Ceylan sinemasının özetidir.  Uzak, İklimler, Üç Maymun, Bir Zamanlar Anadolu, bu filmlerin hepsinde aslında “mış” gibi davranan insanları izlemedik mi? Görünenin ardında bambaşka duygular saklandığını, davranışlarımızla zihnimizin her zaman paralel olmadığını, insanın doğası gereği kendini kandırmaya meyilli bir varlık olduğunu çaresizce kabul etmedik mi? Ama biliyoruz ki, nasıl davranırsak davranalım gerçek olan tek şey hislerdir hayatta. Bu açıdan sanat ve bir sanat olarak sinema bu hisleri açığa çıkaran bir araç olduğu için çok kıymetlidir.
Kış Uykusu için “bir başyapıt” diyen eleştirmenlere katılmamak elde değil. Öte yandan, Kış Uykusu’nu yönetmenin filmleri arasında 4. Veya 5. Sıraya koyanlar da yok değil. Ben şöyle dile getirmek isterim düşüncelerimi. Evet, bir Nuri Bilge Ceylan filmi için herşey çok formüle edilmiş gibi duruyor. Bir kere en başta yönetmen bu sefer söylemek istediklerini ağırlıkla diyaloglar aracılığıyla söylüyor. Diğer filmlerindeki gibi sadece sezgilerimizle başbaşa değiliz bu filmde. Ama şunu kabul edelim. Bu hissi diyaloglar üzerinden ne eksik ne fazla dedirtecek ölçüde ipince bir ayarla bu denli ustaca ortaya çıkarmak, kurgulamak yani sahnelerin dizimi (İlyas’ın Aydın’ın elini öpmeyip, bayıldığı sahnenin hemen ardından atın boynuna geçirilen bir halatla yakalanması ve Nihal’e karşı haksızlık ettiğini farkettiği andan hemen sonra aynı atın Aydın tarafından serbest bırakılışı) bütün bu kurgu içinde bir uyum, ritim yakalamak, karakter özelliklerini sıradan insan davranışlarıyla eşleştirmek (umursamazlığı çubuk kraker yemekle, kayıtsızlığı ufak ufak koparılan ekmek parçalarıyla betimlemek gibi), tezatlıkları çarpıcı bir şekilde su yüzüne çıkarmak (İsmail’in parayı şömineye attığı sahnede, Nihal’in o yangını kendi benliğinde hissetmesi, paraya karşı yoksul olan İsmail’den daha zayıf olduğunu gördüğümüz an) Nuri Bilge Ceylan’ın sinema tarihine ismini altın harflerle yazdırdığının kanıtıdır ve evet bu açılardan “Kış Uykusu” bir başyapıttır.