Film, Nuri Bilge Ceylan sinemasından alışık olduğumuz bir bozkır görüntüsü
ve rüzgar sesiyle başlıyor. Bir süre o görüntüyü izliyoruz. Ceylan, bizi bizle
başbaşa bırakıyor. Merak, kaygı, güvensizlik, tekinsizlik içinde gidip
geliyoruz, tıpkı rüzgarın eğdiği otlar gibi, bir o yana bir bu yana savruluyor
duygularımız... Sonra bir araç görünüyor neyse ki, rahatlıyoruz... Nuri Bilge,
bizi bizden kurtarsın istiyoruz. Kurtarıyor da, çünkü Kış Uykusu, yönetmenin
diğer filmlerinden farklı olarak diyalog üzerine kurulu bir film. Ceylan’ın
görüntü yönetmenliğindeki ustalığını, bu sefer filmin oldukça sağlam
kurgulanmış diyaloglarında görüyoruz. Ama o şey değişmiyor. Kış Uykusu, her
Nuri Bilge Ceylan filminde olduğu gibi yine sarsıyor izleyiciyi. Çıkınca bir
ağırlık çöküyor üstümüze, bir süre konuşmak istemiyoruz. Öylece oturalım,
boşluğa bakıp, düşünelim bir süre..
Filme ev sahipliği yapan mekan Kapadokya. Görüntüler büyüleyici. Ama
biliyoruz ki, bizi esas etkileyen Kapadokya’nın Peri Bacaları ve geleneksel
mağara evlerinden çok yönetmenin kadrajı. Yoksa bugüne kadar Kapadokya’da
çekilen başka diziler, filmler de oldu.
Filmin konusuna geçersek, tiyatrodan emekli olan Aydın, Kapadokya’da
babasından kalan butik oteli, kızkardeşi Necla ve kendisinden oldukça genç ve
güzel eşi Nihal’le birlikte işletmektedir. Film, aile içi hesaplaşmaları, civar
köyde Aydın Bey’in kiracısı olarak yaşayan yoksul ailenin dramını, komşuluk,
ahbaplık, ast üst ilişkilerini, sınıfsal farkları, kendinden razı olmayan,
olamayan insanların bireysel çıkmazlarını konu alıyor.
Diyaloglar kadar filmde gücünü hissettiğimiz bir başka şey, oyunculuk.
Başta Haluk Bilginer olmak üzere, sırasıyla Melisa Sözen, Ayberk Pekcan, Serhat
Kılıç, Nejat İşler, Mehmet Ali Nuroğlu, Demet Akbağ başarılı performanslarıyla
fazlasıyla göz dolduruyor. Her oyuncu rolünün hakkını ayrı ayrı sonuna kadar
veriyor. Küçük İlyas dahil. Ama yiğidin hakkını yiğide teslim etmek bir borç
adeta Kış Uykusu için. O yiğit Haluk Bilginer. Evet, Haluk Bilginer dışında
birisi oynasaydı Aydın rolünü, film bu denli güçlü olmayacaktı, bunu biliyoruz.
Haluk Bilginer oyunculuğuyla kendisine hayran bırakıyor seyirciyi..
Peki, karakterlerin biraz daha içine girelim..
Aydın, sözümona entellektüel, modern, memleket meselelerine kafa yoran,
mürekkep yalamış, yazan çizen, vicdan ve ahlak kelimelerini dilinden düşürmeyen
bir aydın! Perdenin arkasında ise, kendi sınıfından olmayan insanların yanında
biraz da ona geçmişini hatırlattıkları için sıkıntı duyan, Nihal’in deyimiyle
“kinci, alaycı, korkak”, özgüveni olmayan, bencil, genç karısı tarafından her
an aldatılacağı kuşkusuyla kavrulan, ikilemler içinde gidip gelen, bu yüzden
herşeyi eline yüzüne bulaştıran bir elitist. O anlamda kardeşi Necla’nın, karakterin
samimiyetsizliğini gözler önüne sermek açısından “hayatında bir kez olsun
camiye mi gittin, kendi anne babasının mezarına gidip dua etmeyen bir insanın
din adamlarıyla, islam felsefesiyle işi ne” çıkışları son derece yerinde.
Tiyatrodan emekli Aydın’ın tiradlarla geçen ömrü izlemeye değer..
Uzun yıllar süren evliliğini, eşinin alkol sorunu dolayısıyla noktaladığını
anladığımız kızkardeş Nejla, herkesin kış uykusuna daldığı, yine ironiyle
belirlenmiş ismiyle tebessüm etmemize yol açan butik otel “Othello” da, ağabeyi
ve yardımsever eşi ile yaşamayı seçmiş kalan ömründe.. Nejla, hayatından genel olarak
pişmanlık duyan, bu pişmanlığın verdiği gizli öfkeyi iğneleyici sözleriyle dışa
vuran, babadan kalma variyet üzerinde kendisinin de en az ağabeyi kadar hakkı
olduğunu bilmesine rağmen, başka bir uğraşı olmadığından sığıntı ya da Aydın’ın
deyimiyle “asalak” gibi hisseden ve bütün dünya sanki ona borçluymuş gibi
davranan, “kötülüğe karşı koymak için bir neden göremiyorum” gibi beylik
laflarla insanlık dersleri vermeye kalkışan, sırtından düşürmediği şalının
hayattan bezmiş ruh haline eşlik ettiği bir tutsak.. Nejla’nın, Aydın’ın
çalışma odasındaki kanepede yaptığı tespitler ne kadar doğruysa, Aydın’ın Nejla
için söyledikleri de bir o kadar doğru. “Çalışmadan geçen bir hayat dürüst ve
namuslu bir hayat değildir.” sözü örneğin. Nejla’nın oturduğu kanepenin hemen
üstünde asılı duran Virginia Woolf resminden daha iyi ne doğrulayabilirdi bu
savı? Woolf, bundan 85 yıl önce bir kadının gerçekten özgür olabilmesi için
“Kendine Ait Bir Oda”sı ve parası olması gerektiğini söylemişti..
Tam da kadın özgürlüğünden söz ederken, gelelim Melisa Sözen’in
canlandırdığı bir başka tutsak karakter Nihal’e. Kendisinden oldukça yaşlı birisiyle evlenerek sınıf atlamış,
Nejat İşler’in canlandırdığı İsmail’in dillendirdiği gibi, kocasının parasıyla
hayır işleri yaparak vicdanını rahatlatmaya çalışan, özgür olamamaktan yakınan
ama özgürlük için bedel ödemekten korkan, Nihal olarak değil, Aydın Bey’in eşi
olarak varolmayı seçen, kendi hayatına sahip çıkmak yerine, aynı kolaycılıkla,
genç, sağlıklı, gururlu, hayat dolu bu kadını yoketmekle eşini suçlayan, ona
olan öfkesinden çoğu zaman doğru kararlar veremeyen, belli ki kendisini Aydın
ve Nejla’dan daha alçakgönüllü ve insancıl bulan ama eve konuk gelen imam
rolündeki kiracıları Hamdi ve yeğenini ayağa kalkmadan, aynı üstten bakan
duruşla sofraya buyur eden kendine yabancı bir karakter.
Hapisten yeni çıkmış, işsiz ve alkolik baba rolünü Nejat İşler, patronunu sürekli manipüle etmeye
çalışan, kendi varlığından rahatsız sağ kol rolünü Ayberk Pekcan, din
adamlığının getirdiği tevekkülle herşeyi alttan alan, görmezden gelen, durumu
idare eden imam rolünü Serhat Kılıç, “yoksulluk, fakirlik doğal afet gibi
Aydın’cığım, Allah’ın takdiri” diyen, kayıtsız, amaçsız ve yalnız Suavi’yi Tamer
Levent, iki kadeh içkiyle öfkesi su yüzüne çıkan, Anadolu’da öğretmenlik yapan
Levent’i Nadir Sarıbacak, Jack Kerouac’ın “Yolda”sı edasında motorsikletiyle
gezen, kendisini self-sufficent
olarak tanımlayan Timur’u Mehmet Ali Nuroğlu ve belki de içimize en çok işleyen oyunculuğuyla,
özgürlüğüne ve gururuna sahip çıkan tek insan Küçük İlyas’ı, Emirhan Doruktutan
başarıyla canlandırmış.
Altın Palmiye Ödülü’nü, Gezi’de ve Soma’da hayatını kaybeden insanlara
adayan Nuri Bilge Ceylan, filmde bir yandan günümüz aydınını eleştirirken, bir
yandan da hükümetin paranoya ve nefret dolu yönetim tarzına, bunun neticesinde
ortaya çıkan kutuplaşmanın toplumsal hayata yansımalarına ince göndermeler
yapıyor. Nejla’nın Aydın’a “yoksa sen de her kötülüğün dış odaklı olduğunu
düşünenlerden misin” deyişi, Aydın’ın okul yardımı için eve gelen insanları
“çapulcular” olarak adlandırması, Nihal’in Aydın’ı “gençleri özgür oldukları
için, inananları inandıkları için sevmiyorsun” suçlaması ve tüm bunların
neticesinde, ilerde ne olmak istediği sorulan Küçük İlyas’ın “polis” olmak
istediğini söylemesi..
Filmde, Nuri Bilge Ceylan’ın yol arkadaşlarına yine rastlıyoruz. Başucu
yazarı Çehov, en çok sevdiği müzisyen olduğunu bildiğimiz Schubert,
“sinematografi insan yüzüdür” diyen Bergman, özellikle İlyas’ın kapı
aralığından baktığı sahnede ilk aklıma gelen yönetmendi.
Kış Uykusu, yönetmenin diğer filmlerinden farklı olarak, diyalog ağırlıklı
bir film olsa da, aslında dert
ettiği mesele temelde yine aynıdır. İnsanın ikircikli ve karanlık doğasına olan
merak ve bu merakla gerçekliği bulma çabası. Bu cümle, benim için Nuri Bilge Ceylan sinemasının
özetidir. Uzak, İklimler, Üç
Maymun, Bir Zamanlar Anadolu, bu filmlerin hepsinde aslında “mış” gibi davranan
insanları izlemedik mi? Görünenin ardında bambaşka duygular saklandığını,
davranışlarımızla zihnimizin her zaman paralel olmadığını, insanın doğası
gereği kendini kandırmaya meyilli bir varlık olduğunu çaresizce kabul etmedik
mi? Ama biliyoruz ki, nasıl davranırsak davranalım gerçek olan tek şey
hislerdir hayatta. Bu açıdan sanat ve bir sanat olarak sinema bu hisleri açığa
çıkaran bir araç olduğu için çok kıymetlidir.
Kış Uykusu için “bir başyapıt” diyen eleştirmenlere katılmamak elde değil.
Öte yandan, Kış Uykusu’nu yönetmenin filmleri arasında 4. Veya 5. Sıraya
koyanlar da yok değil. Ben şöyle dile getirmek isterim düşüncelerimi. Evet, bir
Nuri Bilge Ceylan filmi için herşey çok formüle edilmiş gibi duruyor. Bir kere
en başta yönetmen bu sefer söylemek istediklerini ağırlıkla diyaloglar
aracılığıyla söylüyor. Diğer filmlerindeki gibi sadece sezgilerimizle başbaşa
değiliz bu filmde. Ama şunu kabul edelim. Bu hissi diyaloglar üzerinden ne
eksik ne fazla dedirtecek ölçüde ipince bir ayarla bu denli ustaca ortaya
çıkarmak, kurgulamak yani sahnelerin dizimi (İlyas’ın Aydın’ın elini öpmeyip,
bayıldığı sahnenin hemen ardından atın boynuna geçirilen bir halatla
yakalanması ve Nihal’e karşı haksızlık ettiğini farkettiği andan hemen sonra
aynı atın Aydın tarafından serbest bırakılışı) bütün bu kurgu içinde bir uyum,
ritim yakalamak, karakter özelliklerini sıradan insan davranışlarıyla
eşleştirmek (umursamazlığı çubuk kraker yemekle, kayıtsızlığı ufak ufak
koparılan ekmek parçalarıyla betimlemek gibi), tezatlıkları çarpıcı bir şekilde
su yüzüne çıkarmak (İsmail’in parayı şömineye attığı sahnede, Nihal’in o
yangını kendi benliğinde hissetmesi, paraya karşı yoksul olan İsmail’den daha
zayıf olduğunu gördüğümüz an) Nuri Bilge Ceylan’ın sinema tarihine ismini altın
harflerle yazdırdığının kanıtıdır ve evet bu açılardan “Kış Uykusu” bir
başyapıttır.