23 Şubat 2013 Cumartesi

Kelebeğin Rüyası




Henüz gösterime giren Kelebeğin Rüyası'nı dün akşam izledim. Öncelikle mekanla ve seyirci kitlesiyle ilgili bilgi vermeliyim yaşadıklarımdan sonra...City's Nişantaşı sinemasına saat 21:30 seansına gittim. Cuma akşamı popüler bir filme popüler bir semtte gelmeyi tercih eden insanlarla doluydu sinema. Yani aynı dünyayı paylaşmıyorduk büyük olasılıkla.
Nitekim yanıma oturan biri erkek iki kadın benimle birlikte aslında önlerinde arkalarında diğer yanlarında oturan herkese rahatsızlık verdiler. Ama nedense bunu tek dile getiren ben oldum.
Tepkisiz, bulaşmayım tutumu bizim insanımızda vardır, biliyorum ama alışamıyorum.
Film boyunca yüksek sesle birbirlerine yorum yapmalar, cep telefonuyla oynamalar, hatta bir tanesinin telefonu çaldı bir ara, kıpırdanmalar vs. Bunların hepsinin üstüne bir de keskin bir alkol kokusu. Karton cay bardaklarına votkayı koyup koyup içiyorlar, içtikçe kontrolden çıkıyorlar.
Ara oldu, tam kalkacaklardı, bir dakika dedim. Rahatsızlığımı dile getirdim, hiç beklemediğim bir şekilde özür dileyip ikinci yarıda böyle birşey olmayacağını söylediler. Peki dedim. İkinci yarıda yanımda oturan kız bir anda kustu filmin ortasında. Biz de arkadaşlarımla birlikte filmin kalanını merdivenlerde izlemek zorunda kaldık. Kustu ve oturmaya devam etti bir süre. 15 dakika sonra kalktılar, çocuk yanımıza yaklaştı eğildi ve bu filmi gidin evinizde seyredin dedi. Üçü de ayakta duramıyordu. İnsanın kendisine yapacağı en büyük kötülük cahil kalmak.

Filme geçersek, filmi böyle bir ortamda seyrettim. Bunu özellikle belirtmek istedim. Ama yine de Kelebeğin Rüyası beni en başından sonuna dek içine alamadı. Sinema zorlamayı kaldırmaz, ekran doğal olmayanı gösterir. Genel olarak doğallıktan yoksundu, tüm o sanat yönetmenliğine rağmen.
Yılmaz Erdoğan'da ben de Hollywood gibi film yaparım işte gibi bir hava sezdim. Filmin müzikleri, yukardan çekimler, kıyafetler, başındaki şapkasıyla gazete satan çocuk, Kıvanç Tatlıtuğ'u telgraf direğinde gördüğümüz sahne bana Leonardo Di Caprio, Kate Winslet, Keira Nightly'nin oynadığı 1940'lı yılları anlatan filmleri anımsattı. Ama doğal bulmadım çünkü bizim insanımızın, kültürümüzün hamuru bu değil. Kumaş o denli batılı değil. Anadolu kültüründen çok uzaktı. Senaryo özenle yazılmış, her bir replik etkilemek üzerine kurulu ama doğal yaşam öyle değil ki. Normal yaşamda, hayat akar bir yerinde etkileyici bir laf edersiniz, kalan zamanlar günlük dialoglardır. Sürekli olarak derinlerde yaşayamazsınız. Filmin o anlamda zorlama bir atmosferi vardı.

Belçim Bilgin'in cenaze evine başında bembeyaz çiçek şapka ile gelişi, estetik açıdan güzel görünse de, sahne ile son derece uyumsuzdu. Kıvanç Tatlıtuğ ve Belçim Bilgin'in kömür madeninin altına girdikleri sahne doğallıktan yine çok yoksundu. Maalesef bu filmde Yılmaz Erdoğan beni şaşırttı çünkü kendisinin iyi bir hikaye anlatıcısı olduğunu düşünürüm. 


Hiç yorum yok: