12 Kasım 2013 Salı

Hayatboyu



Hayatboyu filmini, yeni sinematek’imiz Başka Sinema aracılığıyla Beyoğlu Beyoğlu sinemasında izledim. Gösterimde yönetmeniyle, yapımcısıyla, başrol oyuncularıyla film ekibinin de olması ve film sonrası sıcağı sıcağına yaklaşık  1 saat süren soru-cevap kısmına katılmak ayrıca keyifliydi.  Hatta ben, en az film kadar seviyorum film sonrası sohbetleri. Henüz sinemanın büyülü atmosferinden çıkmadan, aynı filmin her insanda bambaşka duygular uyandırdığını görmek, yönetmenin ve diğer oyuncuların seyirci görüşlerini dinlerkenki heyecanını gözlemlemek, o anın da aslında filmin bir devamıymış gibi gelmesi, söyleşi son bulduğunda yoğun duygularla, hele bir de İstiklal Caddesi’nde ise film, yürümek sonsuz bir rahatlama hissi yaratıyor. Bir tür ruh buluşması diyelim.

İlk kez yine bu yıl, Berlinale’de seyirci karşısına çıkan Hayatboyu, 32. İstanbul Film Festivali’nde  En İyi Yönetmen ve En İyi Görüntü Yönetmeni ödüllerini almıştı. Londra Film Festivali başta olmak üzere, Avrupa’nın birçok kentinde seyirciyle buluşan ya da buluşmaya hazırlanan film,  en son 49. Chicago Film Festivali’nin uluslararası yarışma bölümüne seçildi.
Filme geçersek, hikaye 50’li yaşlarının başında, mimar ve fotoğraf sanatçısı olan bir çiftin hayatı üzerinden, modern ve hijyen hayatlardaki iletişimsizlik olgusunu irdeliyor. Film, 21. yüzyılda özellikle şehir hayatında, eğitimli, refah, entellektüel diyebileceğimiz bir çevrede yaşayan insanların, aslında 19. ve 20. yüzyılın gerçeklerine ve yaşam şekline uygun olarak tasarlanmış “evlilik” kurumuna bağlı kalma çabalarını konu alıyor. Bu noktada erkeğin ve kadının farklı dünyasına tanık oluyoruz. Kadının olgun ve kırılgan yapısını, erkeğin güçlü ama çocuk dünyasını bir kez daha kabulleniyoruz. Meslekler insanları nasıl dönüştürür, özbenliğine ne kadar işler, bunun üzerine düşünüyoruz. Hakan Çimenser’in başarıyla canlandırdığı mimar karakterini izlerken, “her mimar kendisini bir tür Tanrı olarak görür.” sözünü sıkça hatırlıyoruz. Gerek karakterin aşırı titiz ve elitist tavrı, gerekse kuş bakışı merdiven planları tanrılaşma olgusunu sıkça hatırlatıyor. Öte yandan, sözümona aynı “modern” karakterin, kadın söz konusu olduğunda nasıl da gelenekselleştiğini, özensiz ve aşağılayıcı  tutumuyla mükemmelliyetçi yapısının nasıl irtifa kaybettiğini gözlemliyoruz. Herkesin “birey” olduğu ve dayanışmanın değil, “birey” olmanın yüceltildiği bu yüzyılda, aslında ebeveyn de olunamadığını ince bir sızıyla tespit ediyoruz. Hikayede sadakatin vefayla el değiştirdiğini, mesafenin yakınlaştırıcı etkisini aslında hayat tecrübesi denen şeyin karşıt duyguları taşıyabilme kabiliyeti olduğunu farkediyoruz.
Senarist ve yönetmen Aslı Özge’yi, başarılı performanslarıyla başrol oyuncuları Defne Halman ve Hakan Çimenser’i bu güçlü film için tebrik ediyorum.

4 Kasım 2013 Pazartesi

Çatıdaki Çimenler


Green Grass-Cibelle

Başka hayatlardan iki insan gibi, her daim aidiyetsiz ama severek. 
Sevmenin aidiyet olmadığını sineye çekerek.

Diyorum kendime, demek ki:
Dünle bugünün farkı
Bir telefon ucu
Bir pencere dışı
Ben dünken yok
Bugünken varsam 
Mesafeler güzel
Mesafelerin aslı sevilesi
Ben değilim mesafe
Mesafe bize ait olmayan bir evde olmaktı sadece.

Jehan Barbur-Çatıdaki Çimenler

29 Ekim 2013 Salı

Bazen..

 
 Oysa bilmiyor ki, sevmek de bir ana ait..


14 Ekim 2013 Pazartesi

Ben Bir Ağacım



Ben bir ağacın kendisi değil, manası olmak istiyorum. 

Yalnızlığımın asıl sebebi ise hangi hikayenin parçası olduğumu benim de bilmemem. Bir hikayenin parçası olacaktım ama bir yaprak gibi düştüm oradan.

Bir ağaç resmine bakmanın, bir ağaca bakmaktan daha hoş olduğunu anlayacak kadar incelik gösteriyordu. 

Uyuyamıyor musunuz? 

Yatağınıza girdiniz. Tanıdığınız eşyalar arasında kendi kokunuz ve anılarınızla dolu çarşaflar, battaniyeler arasına yerleştiniz, başınız yastığınızın tanıdık yumuşaklığını buldu, yana döndünüz, bacaklarınızı karnınıza çekerken boynunuzu öne eğdiniz, yastığın serin yüzü yanağınızı serinletti: Birazdan, birazdan uyuyacak, karanlığın içinde hepsini, hepsini unutacaksınız..
 
Ama yavaş yavaş her soruya cevap yetiştirmenin, bir aritmetik problemini herkesten önce çözmenin ya da en iyi notları almanın zevkleri solmaya, derslerde vakit hiç geçmemeye, zaman bazan inanılmaz bir yavaşlıkla akmaya başladı. 

Nasıl oluyor da bu kız Atatürk şiiri okurken gerçekten ağlıyor.

Her ödev kontrolünde, birkaç kişinin ödevini yapmadığı halde, yapmış da, şimdi defterin sayfaları arasında bir türlü bulamıyormuş pozuna, öğretmen bunu hiç yutmadığı halde, neden başvurduğunu hiç anlayamazdım.

Akşam Sanat Okulu'na gitmeden önce, tırnaklarındaki soluk ojeyi çıkarmak için küçük bir şişe aseton alan kızların, yıllar sonra, yavan bir evliliğin yavan bir mutfağında çocuklar ve torunlar arasında, mutsuzlukla ilkgençlik aşklarını hatırladıklarında, Alaaddin'in dükkanını nasıl uzak bir masal gibi hayal ettiklerini anlattım. 

Aklınızın içindeki renkleri seyrediyorsunuz.. 

30 Haziran 2013 Pazar

Toz Çiçekleri


Yeryüzündeki bütün dilleri konuşan bir adam konuşamıyormuş kendiyle..

Yerçekimiyle varlığı pekişen bütün kurumlar, kurallar, kemikleşmiş yaşantılar "toz çiçekleri" gibi savrulduğunda dünya güzelleşecektir.

Şeylerdeki şeyler işte-sokaklardaki insanlar görmüyorlar beni. Oysa günlerdir tutkularım perçemlerimde dolaşıyorum.

Bir kız çocuğu fındık gözlerini ilk erkeğine gülümsetti.

Anlattıkça bir sevinç yıkıyor içimi.

Bir soluk almaya gelmiştim buraya. İçimde, bir köşemde gizli bir soluğu almaya. Kartpostalların, yeşile boyalı bahar resimlerinin arasında yitirdim onu bütün bütün şimdi. 

Siz güneşi doğuramazsınız üzünçlü bir şarkıda. Bekliyemezsiniz açana dek birilerinin mayısında geç kalmış çiçekler. Bir anlık mutluluğa yağmaz karlarınız.

                                                                                               Sevgi Soysal-Tutkulu Perçem 1962


11 Haziran 2013 Salı

L'un part l'autre reste

L'un part l'autre reste

 
Ont-ils oublié leurs promesses?
Au moindre rire, au moindre geste
Les grands amours n'ont plus d'adresse
Quand l'un s'en va et l'autre reste
N'est-il péché que de jeunesse?
N'est-il passé que rien ne laisse?
Les grands amours sont en détresse
Lorsque l'un part et l'autre reste
Reste chez toi
Vieillis sans moi
Ne m'appelle plus
Efface-moi
Déchire mes lettres
Et reste là
Demain peut-être
Tu reviendras
Geste d'amour et de tendresse
Tels deux oiseaux en mal d'ivresse
Les grands amours n'ont plus d'adresse
Quand l'un s'en va et l'autre reste
Sont-ils chagrins dès qu'ils vous blessent?
Au lendemain de maladresses
Les grands amours sont en détresse
Lorsque l'un part, et l'autre reste
De tristes adieux
Que d'illusions
Si c'est un jeu
Ce sera non
Rends-moi mes lettres
Et reste là
Demain peut-être
Tu comprendras
De tristes adieux
Que d'illusions
Si c'est un jeu
Ce sera non
Rends-moi mes lettres
Et reste là
Demain peut-être
Tu comprendras
Ils n'oublieront pas leurs promesses
Ils s'écriront aux mêmes adresses
Les grands amours se reconnaissent
Lorsque l'un part et l'autre reste

23 Nisan 2013 Salı

Nuri Bilge Ceylan-Söyleşiler

Nuri Bilge Ceylan Sineması'yla “Uzak” filmiyle tanıştım. O zamandan bugüne beni en çok etkileyen sinemaların belki de en başında geliyor. Melankolik yapısından mı, sessizliğin gücünü en incelikli şekilde vermeyi başardığı için mi, içtenliğinden mi, kendimdeki bu gerçeklik takıntısıyla bu denli özdeşleştirdiğimden mi, bir yanıyla hayattaki herşeyin serinkanlı ve doğal karşılanması gerektiğine olan inancımı pekiştirdiğinden mi, takıntılı yapısından, duygunun bu kadar güçlü nüfuz ettiği bir başka sinema bulamadığımdan mı, bazen filmi unutup, güzel bir fotoğraf veya resme bakmanın verdiği duygusal coşkuyu yakalama fırsatı verdiği için mi, hep söylediğim “insanlık hallerine” olan tutkumu kendisinde de görüp mutlu olduğum için mi, daha az garip ve yalnız hissettirdiği için mi, minimalist tarzından, az şeye ihtiyaç duyan ruhundan, sadeliğe olan yakınlığından mı, kendi deyimiyle dikişleri gözükmeyen bir sinema yapmayı başardığı için mi, hiçbir şeyden emin olamayan, olmak da istemeyen nihilist tavrından mı? Hepsi. Mehmet Eryılmaz’ın Nuri Bilge Ceylan için derlediği “Söyleşiler” kitabından etkilendiğim alıntıları paylaşmak istedim..
Nuri Bilge Ceylan’ın ağzından..

İç dünyanın derinliği ile ağızdan çıkan söz arasındaki uçurum her zaman acı vermiştir bana.

Sinema yapmak amacın ne? Vicdanları uyandırmak..

Yalnızlığı bir kader gibi kabullenmiş durumdayım.

İnsan denen muammayı anlamaya çalışmak..

Hayatın aklın diş geçiremeyeceği bir boyutu olduğuna her zaman inandım.

Sinemadan çıktığımızda iliklerimize kadar değişme arzusuyla dolu bir insan olurduk.
İnsanoğlunun zamana bağlı olmayan, her çağda, her devirde, hatta her ülkede başına bela olabilecek meseleler, hayatın, insanın özüne dair sorunlar daha çok ilgimi çekiyor.

Tarkovski’nin deyişiyle, sanatçı, ya yeteneğini son damlasına kadar ve bütünüyle ortaya koymak ya da ruhunu üç kuruşa satmak arasında bir tercih yapmak durumundadır.

Renklerin en güzel olduğu aydır Ekim..

İletişimsizliği, kültürün ya da zamanımızın, modern dünyanın bir sorunu olarak göstermek istemedim. Bunu insanın kaderi olarak göstermek istedim.

Tutkusuz, renksiz ve tekdüze görünen hayatın sinemaya uyarlanması düşüncesi beni her zaman daha fazla heyecanlandırmıştır. Birbirine benzeyen günlerin belirli hiçbir iz bırakmadan geçip gittiği, insanda bazen yoğun bir anlamsızlık duygusu yaratan ve sanki belli bir yaştan sonra varlığını daha da hissettiren bir ruh halinin bir filmime konu olabilmesi fikrini belli belirsiz bir şekilde uzun süredir içimde taşıyorum.

Popüler sinema hepimizin bildiği yalanları anlatıyor belki de. Ama hiç değilse iki saat sıkılmadan geçirmeyi başardık diyoruz hayat yolunda. İnsanı kendi gerçeğinden uzaklaştıran ya da gerçeği güvenli bir mesafeden hissettiren, kolay, yorucu olmayan ticari filmlerin daha çok izleyici çekmesi normal.

İnsanın dağınık düşüncelerine yön verecek bir otoriteye her zaman ihtiyacı var. Özgürlük ağır bir yük.

Hiçbirşeyden emin olamayan bir insan olduğum için sanat ve dolayısıyla da sinema, hiç emin olmadığımız görüşleri ifade etme olanağı sağlıyor yine de.

Özellikle fotoğrafçıyken resim daha çok ilgimi çekiyordu. Ama beni sinemadan daha çok etkileyen tek sanat edebiyat olmuştur.

Bergman’a göre rüyalar gerçeğin kendisinden daha da gerçek.

Sinemaya beni yönelten şey, benim için önemli olduğunu hissettiğim, ama sinema dünyasının konvansiyonelliği içinde çok da rastlamadığını ve önemsenmediğini zannettiğim belli bir gerçekliği ifade etme arzusundan kaynaklandı.

İnsan ilişkisini kendisinde duygu yükü bırakmayacak bir hafiflikte yaşayabilen bir insan değil.

Etrafımda tavırlarını, hareketlerini anlamlı bulduğum insanlara karşı duyarlıyımdır. Bütün yönetmenler gibi herhalde.

Bakmayı bilirsek insan manzarası çok renklidir, insan manzarası dünyanın en zengin manzarasıdır.

İnsanların arkadan görünüşleri daha etkileyici, dokunaklıdır. Geçenlerde sevmediğim ve hiçbir zaman sevmeyeceğimi düşündüğüm bir insanı gördüm, tesadüfen önümde yürüyordu bir akşamüzeri. O omuzlarının düşüklüğü, o kafasının hafif yamuk duruşu öyle içime dokundu ki, onu herşeyiyle bağışladım.

Sinema sanatı samimiyetsizklilerini, hatalarını çok kolay ele veren bir sanat.

Çok konuşuyoruz ama söylediklerimizin çoğu yalan, ama ifadeler o kadar yalan söylemez.

Bence erkek zayıf bir yaratık, özellikle de eğitimliyse. Neden korktuğunu tam olarak bilmese de, daima birşeylerden korkuyor.

Birşeylerle meşgul olmak yine de melankoliye iyi geliyor. Belki de dünyanın en melankolik insanı benimdir. (Beni henüz tanımıyor tabi:) )

Gerçeğe yaklaştığınızda mizah kendiğilinden ortaya çıkıyor. Gerçek hayat trajik ve melankolik olduğu kadar komiktir de.

O da benim gibi takıntılı biri!

İnsanlar kendilerini güçsüz hissettiğinde daha çok sigara içer.

Sineğin vızıldayışı hoşuma giden bir bıkkınlık havası yaratıyor.

İnsanlar yalnız hayatlar yaşıyorlar ve kadın erkek ilişkilerinde bunu daha da güçlü hissediyorsunuz. Bu melankoli, yaşamın en hüzünlü taraflarından biri; bazen başka hiçbirşey hakkında film yapmaya değmez gibi bile geliyor. Belki bu şekilde kendimi iyileştirip hayata tutunabiliyorum, yoksa sanki herşey birden tepetaklak gidebilir.

Nedenini tam anlayamadığım bir korku, kaygı ya da eksiklik duygusu yakamı bir türlü bırakmıyordu.

Tanıdığım insanları ve kendimi tanımak, yeni insanlar tanımaktan daha önemli görünmeye başladı.

İnsanoğlunun mutsuzluk üreten bir doğası var..

İnsan doğasını anlamaya çalışıyorum. İçimizdeki kötüye karşı merakım var. Hayatı katlanılır kılmak için belki. Ya da kendi içimdeki karanlık beni de korkuttuğu için. Kötüyü tanımayan bir insan gerçekten iyi olamaz.

Gerçek bir iletişim, zayıflıklarımız üzerinden kurulabilir ancak. Oysa genelde toplum içindeki edimlerimiz zaaflarımızı gizlemeye çalışma stratejisine dayanıyor.
Olacaksa sahici bir ilişki olsun istiyorum.

“Günümüzde auteur sineması sanatçısının desteği olmadan nasıl yaşayabilir Nuri?” diyerek vicdan uyandırıyorlar. (Bu cümle beni gülümsetti)

Anlaşılmak isterim. Ama onaylanma arzusu tehlikelidir. Bir kenara bırakılmasında fayda vardır.

Yalnızlık en dönüştürü şeylerden biri. Biliyor musunuz, sıkıntı insana büyük kararlar aldırıyor.

Sanatın belirli bir muğlaklık içermesi gerektiğine inanıyorum.

Esasen benim hayatta en nefret ettiğim şey karar vermek zorunda kalmaktır. Bir şeyi netleştirmeden bırakma, flu olanı flu bırakma eğilimim vardır hayatta.

Ben “verili” gerçekler ya da “kabullenilmiş” doğrular üzerinden film yapabilecek biri değilim.

Biraz hayattaki gibi, yaşananlar daha önce yaşananlara bir mana kazandırıyor.

Gerçeklik duygusu diyebileceğim bir havaya tutku derecesinde bağlıyım.

Ben insanın biricikliğine, kendi öznel niteliklerine inanıyorum.

Ölüm karşısında gösterilen reaksiyonlar hem insan hem de kültür hakkında çok bilgi taşır ve sonsuz bir çeşitlilik içerir.

Aslında epey uzun süredir hissettiğim bir şey bu. Bir tür sanatsal yorgunluk, bir amaçsızlık, manasızlık. Bir tür yeni gelişen tekniklere, eğilimlere, modalara ayak uydurma telaşı. Bir çeşit oyunun dışında kalmamaya çalışma gayreti. Bir çırpınış.
İnsan etrafta biraz samimi, tribünlere göz kırpmayan, sahici işler görmek istiyor. Bazen de iyi birşey görüyorsun, yeniden umutlanıyorsun. Karışık duygular bunlar..

İnsanoğlu genelde kolay ve kendisini kandırmaya yardımcı olanı hemen bağrına basıp onaylamaya hazır bir yaratık. Kendisinden çok fazlasını da beklememek lazım. Bir tür “eşyanın tabiatı”. Su her zaman kolay bulduğu yerden akacaktır. Niye akmıyor diye suçlayacak da değiliz. Yeni çağın değerleri giderek daha fazla insanı kendine bağlıyor ve içsel olandan uzaklaştırıyor.  



24 Mart 2013 Pazar

Biraz da edebiyat..


Koşulları hızlı bir gerçekçilikle benimsiyor. Oysa ben henüz taşra bahçelerinin erik ağaçları altındaki durgunluktayım..

Yaşam, şimdi ancak kavranılması ve anlaşılması gereken; oysa yaşanması, gerçeğine inilmesi ilerideki yıllara atılan bir yabancı öğe gibi önümüze getirilmiş. Coğrafya derslerine getirilen yerküre gibi. Kimse yaşadığımız mevsimin, günlerin ve gecelerin yaşamın kendisi olduğundan söz etmiyor. Her an belirtilen bir öğretiye, bizler hep hazırlanıyoruz. Neden?

Arka arkaya viski içiyor. Böyle kendi kendine bile dayanamayan bir insan haline gelişi, belli bir sevinç veriyor bana. 

Bizim okulun rahibelerinden -çoktan ölmesi gereken- biri küçük adımlarla geliyor. Çok yaşlanmış. Yılları ve öğrencileri birbirine karıştırıyor. Beni tanıması beklenemez, ama düşünceleri de büsbütün karışık. 

O yaz günü, Sirkeci Garı'nda Günk'ü geçirirken insanı ve erkeği öğrenmenin bu denli güç olduğunu hiç bilmiyorum. Erkeği öğrenmek için, çok erkek tanımak gerektiğini de bilmiyorum. Mutluluğun, insanın kendi kendisiyle hoşnut olmasıyla başlayacağını da bilmiyorum.

Yazmak istiyorum. Ama her zaman yaşamın günlük hareketliliklerini yeğliyorum. Caddelere çıkmak, doymak bilmediğim sokaklara bakmak, yeni köşeler keşfetmek, yabancı insanları seyretmek, doyumsuz yaşamı gözlerimden yüreğime indirmek istiyorum. Kısacık anlarda çeşitli olayları, insan varoluşunun özünü, zaman ve duyguları sınırsızlık içinde derinliğine düşünen insanlar çok mu? 
Bilmiyorum. Bir an, zamanları, olayları, duyguları, dağları, kalın gövdeli, büyük dallı ağaçları, yeşil mavi Akdeniz'i, uzantısındaki okyanusları, okyanuslarla ufuklarda birleşen yıldızlı gökyüzünü ve dağların ardından yükselen güneşi aşan olaylarla dolu. 

Sarhoşluğun uzantısında süren bu gecede hiç uyuyamıyorum..

Anlatamayacağım, bu insanlar "Guguk Kuşu" filmini de, Napolyon'un yaşamöyküsü filmini de, limana yanaşan beyaz bir yolcu gemisini de, vitrinlerdeki yeni sonbahar giysilerini de aynı gözlerle seyredebiliyorlarsa, elimden ne gelir?

Onlar "başkaldırmayı" savunurken, belli bir düzenin akışındaki yerlerini korumaya çalışıyorlar.

Gizli sevgililer edinmeye çalışan, ama kendilerini mutlu aile babaları, ileri bilimadamları göstermek isteyen, insanın özünü anlamaktan yoksun kişiler..

Çoğu kez insan yaşamı, yaşanmış coşkuların anısı ile de geçer. Ama yaşamın bazı kesitlerinde bu coşkugece ve gündüz somut olarak kavrar benliğimizi. Bir şarkıyla. Bir resimle. Uzayan bir bulvarla. Sevilen, teni okşanan bir insanla. Yaprakları hışırdayan bir ağaçla..

Uzun süre yalnız güneşin doğuşunu, batışını, bulutların rüzgarla birlikte koşuşunu, yağmurlu, yağmurdan sonra çok ender görülen gökkuşağını ve gökkuşağının mora büründüğü denizleri, dilediğimce seyretmek isterdim. Oysa koşullandırılmış bir büyük kentliyim. 

O akşamüzerleri, yalnızlıkla geçiştirilmiş uzun yaz günlerinin, birşeyler yaşanmak istenen, gene de olağanüstü bir şeyin yaşanamayacağı önceden bilinen, akşamüzerleriydi. 

İki insanın birleşmesindeki sonsuzluk özü olmalı insan yaşamının. 

Ağustos 1978-79 Tezer Özlü-Çocukluğun Soğuk Geceleri 

1 Mart 2013 Cuma

Berlinale'den Görüntüler

Berlinale Palast-Red Carpet

                                                          Friedrich-Stadt Palast
 
Berlinale





Berlinale


Evet, nerde kalmıştık?

Gelelim üçüncü güne..Berlin'in soğuk sokaklarına atıyorum kendimi kahvaltıdan sonra.
Friedrichs Street'te biraz oyalandıktan sonra soluğu yine bilet bulmak için Berlinale Palast'ta alıyorum ve The Necessary Death of Charlie Countryman filminin galasına biletimi erkenden alıyorum bu sefer. Mads Mikkelsen oynuyorsa bir filmde, o film iyidir varsayımından hareketle.
Ve film iyi çıkıyor, yanılmıyorum. Filmin galasında olmak yine o ritüeli yaşattığı için bana, ayrıca mutluyum. Film, şiddet yanlısı mafyoz bir adamın sevgilisine, romantik bir gencin aşık olmasını konu alıyor. Tahmin edeceğiniz üzere kovalamaca, aşk, gerilim birarada olunca maya tutuyor. Bir Tarantino havası da seziyorum filmde. Sonuna kadar şiddet ama arka fonda insanı alıp götüren bir müzik, slow motion görüntüler, ana kahramanın iç dünyasını anlatan dış ses, filmi bambaşka bir havaya sokuyor ki biz melankolikler işte tam bu havayı seviyoruz. Filmde Mads Mikkelsen kadar başroldeki özellikle erkek oyuncu Shia LaBeouf ve Evan Rachel Wood da performanslarıyla etkiliyor.  

Dördüncü gün...Premier'lerin yapıldığı Friedrichspalast'a gidiyorum. Hava yine soğuk, hatta bu sefer gece yağan kar tutmuş biraz. Berlin karla daha güzel. Normalde en ufak bir soğukta hemen üşüyen ben, hiç üşümüyorum. Aksine soğuk bana bir ferahlık hissi veriyor. Bu sefer şanslıyım, hiç sıra yok. Hem akşamki galaya gişeden hemen bilet alıyorum,  (Bu salon çok daha büyük olduğu için bilet bulmak daha kolay.) hem de 09:30'daki film için bir kız yanıma yaklaşıyor ve arkadaşım uyanamadı bilet ister misiniz diye soruyor. Hayatın böyle beklenmedik güzel sürprizleri ne iyi hissettiriyor.
İyi ki uyanamamış arkadaşınız diyorum, yatsın bu soğukta sıcacık yatağında, ne işi var diyorum, bileti kapıyorum:)

İlk filmin adı: a long and a happy life. Bir Rus filmi. Bazı filmleri tek bir kare için seyredersiniz, bu film benim için öyle bir filmdi. Klasik bir festival filmi, durağan, yakın planlar, ses'in ön planda olduğu sahneler, çizmenin toprak üzerinde çıkardığı sese odaklanıyoruz, yürüyen kahramanı sırtından görürken...Filmin konusu toprak sahibi Sacha'nın toprağına devletin belli bir bedel ödeyerek el koymak istemesi, buna karşın Sacha'nın devlet yetkilileriyle işçileri arasında kalması. Film Sacha'nın ruh hali üzerine odaklanıyor ve herşeyin nasıl bir anda kontrolden çıkabileceğini gösteriyor..
Sadece bu sahne için bile seyredilir dediğim sahne, filmin sonunda nehri yakın planda gördüğümüz sahne. Sanki nehir bize birşey anlatıyor o sahnede. Uzun uzun bakakalıyoruz.

Akşamki film ise son dönemde beğendiğim yönetmenlerden Michael Winterbottom'un son filmi. "The Look of Love" Dusty Springfield'ın şarkısı.. Şarkı filmle öyle bütünleşiyor ki hayran kalıyorsunuz. Gerçek bir hikayeden aktarılan filmin konusu, 70'lerde İngiltere'de gece kulubü işletmeye başlayan, bu sayede İngiltere'nin en zenginleri arasına giren Paul Raymond'ın hayat hikayesi. Michael Winterbottom ileride en iyi yönetmen Oscar'ını alabilir, demedi demeyin.  Bir de Imogen Poots bu filmde performansı ve güzelliğiyle parlıyor. Oyunculuk, o dönemin ruhunun yansıtılması açısından sanat yönetmenliği, senaryo, dialoglar başarılı. Film sizi ilk anda içine alıyor. Renkli başlıyor ama renkli bitmiyor hikaye. Çıktığınızda boğazınızda birşey düğümleniyor. Çıkıyorum, saat 12'ye geliyor. Hava soğuk ama biraz yürümek istiyorum. 35 dakikada yürüyerek otele geliyorum. Sokaklar bomboş ama korkmuyorum, şehrin güven veren bir havası var çünkü. Ya da ben kendime fazla güveniyorum..

Berlinale'ye tekrar gitmek ama bu sefer daha uzun kalmak isterim.

Her ne kadar publicseen olmasa da, sıra Cannes Film Festivali'nde.
Kimbilir belki bir akreditasyon bulurum..













23 Şubat 2013 Cumartesi

63. Berlin Film Festivali-2013



6-11 Şubat 2013 tarihleri arasında Berlin Film Festivali'ne katılmak için Berlin'deydim.
En güzel seyahatlerimden biriydi. Berlin'i, şehrin ruhunu, insanların sadeliğini, soğugunu, utancını, sıkmayan disiplinini, ciddiliği, çalışkanlıklarını sevdim. Almanlar kaba derler ya, bence tam tersi kibarlar. Tabi sarışın bir millet içinde esmer bir kız olmanın avantajını yaşadığım durumlar da oldu:) Otelim Berlin'in tarihi bölgesi olan Mitte'deydi yani şehir merkezinde. Otelimden çok memnun kaldım. Berlin'e gitmeyi planlayanlara tavsiye edebilirim rahatlıkla. H2 Otel Alexanderplatz. İlk gün odaya saat 17:00'ye doğru yerleştim. İlk günümü yemek yiyerek ve çevreyi keşfederek geçirdim. Ve ilk sabah: Kudamm'a giderek bir sight seeing tour satın aldım. Kudamm Berlin'in Champs Elysees'e benzeyen geniş ve uzun, tüm mağazaların, tiyatroların, cafelerin olduğu herşeyi bulabileceğiniz caddesi. Diğer günler ağırlıklı olarak film seyredeceğimi, daha çok last minute biletlerin peşinde koşacağımı bildiğim için ilk gün şehrin genel havasını göreyim dedim. Akşam 17:00'ye kadar on and off yaparak turistik yerlerin çoğunu gezdim. Bilmeyenler için, on and off şu demek. Bu tur sizi yaklaşık 20 noktaya götürüyor. Bu noktalarda dilerseniz inip çevreyi gezebiliyorsunuz. Otobüs her yarım saatte bir kalkıyor. Yani gezip dolaşıp tekrar binebiliyorsunuz. Akşam yemeğimi yedikten sonra, ver elini Berlin Philarmonie dedim:) Berlin Filarmoni Orkestrası dünya çapında bir orkestra.
Anne Sophie Mutter'in muhteşem performansını izledim. Büyüleyici bir atmosfer ve konserdi. İkinci sabah artık bilet peşinde koşmanın vaktidir diyip, soluğu Berlinale Palast'ta aldım. O akşam yönetmen Gus Van Sant'ın, Matt Damon'ın oynadığı son film, Promised Land'in galası vardı. Biletler tabiki tükenmişti. Son 15 dakika kontenjan biletlerinin satılacağı söylendi. Bu biletler için filmden tam 5 saat önce bir sıra oluştu. Erken gittiğim için 12. kişiydim yani şansım vardı. Tam 5 saat arada alışveriş merkezine giderek, bir kahve, yiyecek birşeyler alarak bekledim ve sonunda bileti aldım. Normalde 5 saat bir bilet için beklenir mi, delilik dediğinizi duyar gibiyim ama ben o bileti bekleme halinden bile zevk aldığımı, kendim gibi insanlarla orda tanışmayı, sohbet etmeyi, bilet kalacak mı kalmayacak mı heyecanını yaşamayı seviyorum. Kırmız Halı'dan geçerek salona girdik ve herhalde salonun en güzel yerine oturduk.  Sırada tanıştığım Thomas etrafta ne olup bittiğini anlamam konusunda bana yardımcı oldu. Almanca konuşulduğu için hiçbirşey anlamıyordum ama sanki anlıyormuşum gibi dinleyerek sürekli gülümseyip, Thomas'ın yönlendirmelerini takip ediyordum.
Thomas protokol sırasına oturduğumuzu yanımızda Almanya'nın Ekoloji Bakanı'nı oturduğunu, önümüzdeki 3 koltuğun boş olmasının ilginç olduğunu, oyuncuların tam önümüze oturabileceğini söyledi. Ve dediği oldu!  Galalardaki rituel şöyle oluyor. Önce kırmızı perde, ışıklar eşliğinde, büyüleyici bir atmosferde smokinli yakışıklı bir beyefendi sahneye çıkıyor. 63. Berlin Film Festivali'ne hoşgeldiniz dedikten sonra filmin yönetmenini ve oyuncularını alkışlar eşliğinde salona davet ediyor. Ardından film başlıyor. What a fascinating moment! Ne diyordum, önümüzdeki 3 koltuk hala boş, bir bakıyorum Matt Damon bana doğru geliyor ve tam önüme oturuyor. Matt Damon etkileyici bir oyuncu. En büyük özelliği çok doğal ve ağır bir duruşa sahip olması. Bir de kendisi Harvard'dan mezun ve 43 yaşında olup 33 gösteren ender insanlardan biri. Good Will Hunting filminin senaryo yazarı ve bu senaryo ile Oscar kazanmış bir oyuncu. Hollywood'un gösterişli dünyasına alışık birisi nasıl bu kadar utangaç olur, fotoğrafçıların karşısında nasıl sıkılır, ellerini ovuşturur, garipsiyorum. Ama onu bu kadar etkileyici kılan tam da bu mağrurluk sanırım. Devamı Berlinale-2 yazımda..



Matt Damon- Promised Land Premier Show in 63rd Berlin Film Festival

Kelebeğin Rüyası




Henüz gösterime giren Kelebeğin Rüyası'nı dün akşam izledim. Öncelikle mekanla ve seyirci kitlesiyle ilgili bilgi vermeliyim yaşadıklarımdan sonra...City's Nişantaşı sinemasına saat 21:30 seansına gittim. Cuma akşamı popüler bir filme popüler bir semtte gelmeyi tercih eden insanlarla doluydu sinema. Yani aynı dünyayı paylaşmıyorduk büyük olasılıkla.
Nitekim yanıma oturan biri erkek iki kadın benimle birlikte aslında önlerinde arkalarında diğer yanlarında oturan herkese rahatsızlık verdiler. Ama nedense bunu tek dile getiren ben oldum.
Tepkisiz, bulaşmayım tutumu bizim insanımızda vardır, biliyorum ama alışamıyorum.
Film boyunca yüksek sesle birbirlerine yorum yapmalar, cep telefonuyla oynamalar, hatta bir tanesinin telefonu çaldı bir ara, kıpırdanmalar vs. Bunların hepsinin üstüne bir de keskin bir alkol kokusu. Karton cay bardaklarına votkayı koyup koyup içiyorlar, içtikçe kontrolden çıkıyorlar.
Ara oldu, tam kalkacaklardı, bir dakika dedim. Rahatsızlığımı dile getirdim, hiç beklemediğim bir şekilde özür dileyip ikinci yarıda böyle birşey olmayacağını söylediler. Peki dedim. İkinci yarıda yanımda oturan kız bir anda kustu filmin ortasında. Biz de arkadaşlarımla birlikte filmin kalanını merdivenlerde izlemek zorunda kaldık. Kustu ve oturmaya devam etti bir süre. 15 dakika sonra kalktılar, çocuk yanımıza yaklaştı eğildi ve bu filmi gidin evinizde seyredin dedi. Üçü de ayakta duramıyordu. İnsanın kendisine yapacağı en büyük kötülük cahil kalmak.

Filme geçersek, filmi böyle bir ortamda seyrettim. Bunu özellikle belirtmek istedim. Ama yine de Kelebeğin Rüyası beni en başından sonuna dek içine alamadı. Sinema zorlamayı kaldırmaz, ekran doğal olmayanı gösterir. Genel olarak doğallıktan yoksundu, tüm o sanat yönetmenliğine rağmen.
Yılmaz Erdoğan'da ben de Hollywood gibi film yaparım işte gibi bir hava sezdim. Filmin müzikleri, yukardan çekimler, kıyafetler, başındaki şapkasıyla gazete satan çocuk, Kıvanç Tatlıtuğ'u telgraf direğinde gördüğümüz sahne bana Leonardo Di Caprio, Kate Winslet, Keira Nightly'nin oynadığı 1940'lı yılları anlatan filmleri anımsattı. Ama doğal bulmadım çünkü bizim insanımızın, kültürümüzün hamuru bu değil. Kumaş o denli batılı değil. Anadolu kültüründen çok uzaktı. Senaryo özenle yazılmış, her bir replik etkilemek üzerine kurulu ama doğal yaşam öyle değil ki. Normal yaşamda, hayat akar bir yerinde etkileyici bir laf edersiniz, kalan zamanlar günlük dialoglardır. Sürekli olarak derinlerde yaşayamazsınız. Filmin o anlamda zorlama bir atmosferi vardı.

Belçim Bilgin'in cenaze evine başında bembeyaz çiçek şapka ile gelişi, estetik açıdan güzel görünse de, sahne ile son derece uyumsuzdu. Kıvanç Tatlıtuğ ve Belçim Bilgin'in kömür madeninin altına girdikleri sahne doğallıktan yine çok yoksundu. Maalesef bu filmde Yılmaz Erdoğan beni şaşırttı çünkü kendisinin iyi bir hikaye anlatıcısı olduğunu düşünürüm. 


2 Şubat 2013 Cumartesi

69. Venedik Film Festivali-2012




Biraz rotarlı da olsa, Venedik Film Festivali ile ilgili yazımı paylaşıyorum.

Film Festivali'nin başladığı 29 Ağustos öğlen Venedik'teydim. Havaalanına indikten sonra Venedik'e deniz veya kara yoluyla ulaşabiliyorsunuz. Havaalanından taksiye, metroya veya otobüse değil de, deniz aracına binmek çok hoşunuza gidiyor, romantik bir havası var durumun. Tabi vaporetto'ya hurra binince romantizm kayboluyor. Venedik, 118 adacık üzerinde kurulu masalsı bir şehir. Deniz yoluyla şehre yaklaşırken, şehrin o masalsı duruşu sizi hemen ele geçiriyor. Yere ayak bastığımda, öncelikle havanın İstanbul'dan çok daha sıcak ve nemli olduğunu farkettim. Bir şehir ne kadar turistik olursa olsun, bir de o şehrin yerlileri vardır. Daha doğrusu o şehrin de rutin bir hayatı vardır. Siz o hayatın içine dalarsınız. Venedik'te ise tam tersi. Turistler üzerine kurulu bir düzen, yerliler turistlerden daha yabancı duruyor. Enteresan. Otelim San Marco meydanına çok yakındı. Bu nedenle San Marco'da indim. Meydana geldiğimde bir dondurmacıya otelimi sordum, basit bir şekilde tarif etti ki zaten otel meydana çok yakındı, kolayca buldum. Valizimi bırakıp, hemen şehri keşfetmeye çıktım. Dar sokaklar, turistler, gondollar, San Marco meydanından kulağınıza gelen klasik müzik, bazilikanın önünde kaldığım 4 gün boyunca aynı uzunluktaki kuyruk, sinyoreee diye bağıran garsonlar..

Film Festivali Lido adasında yapılıyor. İkinci sabah erkenden gondol sefası yaptım. Venedik'e gidip Gondol'a binmeden gelmeyin ve mümkünse Grand Canal'da büyük tur yapın, 20 euro daha fazla veriyorsunuz. Sabah sakinliğinde binmek de ayrıca keyifli, çünkü öğleden itibaren o kadar kalabalıklaşıyor ki kanal, geziden çok şu kargaşa ne zaman bitecek diyorsunuz.

Gelelim Lido'ya. Lido ile San Marco arası vaporetto ile sanırm 20 dakika civarında. Lido'ya indiğimde iskeleye asılan festival bayraklarını gördüğümde içimi bir sevinç kapladı. İskeleden çıkınca eski model sarı bir otobüsün beklediğni gördüm. Otobüsün üzerinde movie village yazıyordu. Tahmin ettiğimden daha masalsı ilerliyordu herşey:) Hemen otobüse atladım ve Movie Village'a geldim. Movie Village'da 8 salon vardı. Hemen sıraya girdim ve açılış filmi Betrayal için bir bilet aldım. İstanbul Film Festivali'nde lale karta rağmen, bazı gösterimlere bilet bulamayan biri olarak, Venedik'e gidip, sıraya girip, açılış filmine hem de kırmızı halıdan geçerek girilen ana salonda oynayan seansa kolayca bilet bulmak çok hoşuma gitmişti. Betrayal, kocasının kendisini aldattığı kadının kocasıyla akadaşlık kuran doktor bir kadının hayatını anlatan ilginç bir filmdi.

Film başlamadan önce salona juri üyeleri davet ediliyor. Oturduğum yerin jurinin hemen arka sırası olduğunu, hatta tam önüme Laetitia Casta'nın oturduğunu söylemeliyim.  Juri üyelerinden sonra filmin oyuncuları gece kıyafetleriyle teker teker alkış eşliğinde salona davet ediliyor. Bu ritüelden sonra film anons sonrası başlıyor. İkinci gün seyrettiğim film ise Ulrich Seidl'in Paradise filmiydi. Misyoner katolik bir kadının müslüman sevgilisiyle olan hikayesini anlatıyordu. Tam bir festival filmiydi diyebilirim.

Sıra Berlin Film Festivali'nde.