18 Kasım 2014 Salı
Hakkari'de Bir Mevsim
Ey okuyucu,
eğer yaşantın boyu bir gün olsun
bir teknenin kaptanı olmadınsa
ya da böylesi bir duyguya kapılmadın, böyle bir düş görmedinse
teknen, bir gün ya da bir gece yolunu şaşırmış, bilmediğin sularda yol alırken
haritalarda görülmeyen kayalara çarpıp batmadıysa
ve kendini tek başına
-tayfalar nerde? dümencim ne oldu?-
bir kumsalda da değil, denizden kilometrelerce uzakta, üstelik bir dağ başında bulmadınsa
ya da benzeri bir korkulu düşü,
gözün açık ya da kapalı görmedinse
bu kitapta yazılı olanları anlamakta güçlük çekebilirsin.
çünkü anlamak bir ortak dil gerektirir.
ortak dil ise, ortak yaşam / ortak bilgi / ortak birikim / ortak düş
kimi yerde ortak düşüş demektir.
ortak değilse bile, yakın / benzer / gibi.
ama diyebilirsin ki, bana yabancı olanı arıyorum ben.
öyleyse yolun açık olsun.
ama gene de,
bu kitabı okurken elinin altında büyük gezginlerin sözlükleri, andaçları bulunsun derim.
Hakkari'de Bir Mevsim
Ferid Edgü
*Erden Kıral tarafından filmi çekilen Hakkari'de Bir Mevsim, 1984 yılında Berlin Film Festivali'nde dört ödül almıştır. Eser, Çince ve Japonca dahil, çeşitli dünya dillerine çevrilmiştir.
11 Ekim 2014 Cumartesi
Filmekimi başladı!
11-17 Ekim
tarihleri arasında başlayacak Filmekimi için 5 tavsiye:
Boyhood (Çocukluk)
Sinefiller hatırlayacaktır, Boyhood bu yıl If İstanbul’un kapanış filmiydi.
Üç saate yakın olmasına rağmen “güzel kapanış oldu” cümlesini bize
kurdurtmuştu. Before Sunset serisinin yönetmeni Richard Linklater, bu filmle
sinema tarihindeki yerini çoktan aldı. Neden mi, çünkü filmin çekimleri tam 12
yıl sürdü. Yanlış duymadınız, tam 12 yıl. Sinema filminden çok deneysel bir
çalışmayı andıran film, Mason’ın birinci sınıftan üniversiteye başlayana kadar
olan hayatını kaydediyor. Mason, bayağı filmin içinde büyüyor veya Ethan Hawke
gözümüzün önünde yaşlanıyor diyelim. Boyhood kesinlikle izlemeye değer bir
film, kaçırmayın derim.
I love you Rio (Seni Seviyorum Rio)
Paris ve New York’tan sonra, 10 farklı yönetmenin kadrajından bu sefer
aşkın şehri Rio’yu izleyeceğiz. Sizi bilmem ama şehirlerin konu olduğu filmleri
izledikten sonra tatil planı yapmayı pek bir seviyorum. Bakalım “I love you Rio”
bu süreci hızlandıracak mı? Filmin oyuncu kadrosu dikkat çekiyor. Kimler mi
var, kimler yok ki. Harvey Keitel, John Turturro, Nadine Labaki, Rodrigo
Santoro, Ryan Kwanten, Vanessa Paradis ve Vincent Cassel. Bu film, sonbaharın
içimizi ürperten serinliğini üzerimizden alacak gibi.
Two Days, One Night (İki Gün Bir Gece)
Hafızalarımıza kazınan daha doğrusu yüreğimize dokunan filmlerin
yönetmenleridir Dardenne Kardeşler. Kırmızı Bisikletli Çocuk, Oğul, Rosetta ilk
aklıma gelenlerden. Son filmleri İki Gün, Bir Gece bu yıl Altın Palmiye için
yarışan filmler arasındaydı. Marion Cotillard filmdeki başarılı performansıyla
çok konuşuldu. Gerçi ben Marion’un başarısız bir performansını hatırlamıyorum.
Adeta sinema için yaratılmış bir yüz. Cotillard filmde iş arkadaşlarına prim
teklif ederek kendisini işten çıkarmaya çalışan patronuna karşı mücadele eden
Sandra’yı canlandırıyor. Toplumsal bir dramın anlatıldığı filmi merakla
bekliyoruz.
Goodbye to Language (Dile
Veda)
Sinemanın duayenlerinden, Fransız yeni dalga sinemasının öncülerinden,
favori filmlerimden Serseri Aşıklar’ın yönetmeni Jean-Luc-Godard’ın son filmi
Dile Veda, bu yıl Cannes’da Jüri Özel Ödülü’ne layık görüldü. Yönetmenin 83
yaşında hala tutkuyla film yapıyor olması heyecanlanmak için tek başına yeterli
aslında. Farklı video formatları, 3D denemeleri ve tabiki edebi alıntıların
olduğu bu filmi görmek için sabırsızlanıyoruz.
Bay Turner (Mr. Turner)
Filmdeki performansıyla Timothy Spall’a bu yıl Cannes’da en iyi erkek
oyuncu ödülünü kazandıran film, Oscar ödüllü yönetmen Mike Leigh’in son filmi.
Filmde, empresyonizm akımının öncülerinden, 19. yüzyılın önemli ressamlarından
J.M.W. Turner’ın hayatının son 25 yılı beyazperdeye taşınıyor. Turner’ın
sanatçı ruhuyla gündelik hayatla, insan ilişkileriyle ve zaaflarıyla nasıl
başettiğine tanıklık ediyoruz.
Sinema, bizi aradığımız gerçekliğe ulaştırsın..
Yaşasın festivaller ve iyi seyirler!
6 Ekim 2014 Pazartesi
Herşey sayılarla tanımlanabilir mi?
Max Cohen, uyuşturucu bağımlısı bir matematik dehası. Herşeyin sayılarla
tanımlanabileceğine ve dolayısıyla anlaşılabileceğine inanıyor. “Doğada her
yerde şekiller vardır. Herhangi bir sistemde sayıları grafikle gösterirseniz
şekiller ortaya çıkar. Borsa’da da aynı böyle şekiller vardır.“ diyor ve
piyasanın şifresini çözmeye çalışıyor, büyük tahminlerde bulunuyor. Doğal
olarak yatırımcıların markajında ama onun asıl amacı dünyamızı anlamak, o yüzden
materyalistlerle ilgilenmiyor. Diğer yanda, ibranicenin de sayılar üzerine
kurulu olduğunu söyleyen, aynı dine mensup olduğu yahudi bir cemaat peşinde. Bu
adamların isteği de, Max’ın kendilerine cennetin kapısını aralaması, Altın
Çağ’ı başlatması!
Bir de sık sık ziyaretine gittiği, birlikte “Go” oynadığı bilge bir hocası
var. “Go” bildiğiniz gibi, satrançtan bile daha fazla olasılık içeren bir
uzakdoğu strateji oyunu. Anneannemin tabiriyle aklını götüremeyen bu insanların
bezik oynamalarını beklemiyorduk zaten, di mi. Neyse, Max’ın hocası, hayatını belli
matrix’leri çözmeye adamış. “Acaba “Pi”
rakamı gerçekten sonsuzluğa mı gidiyor” derken bir tarafına felç inmiş. Ondan
sonra yanıbaşına içinde japon balıkları olan bir fanus koymuş, “çok da
zorlamamak lazım demekkisi” noktasına gelmiş gelmesine ama ne fayda. Filmi izlerken, Max’ın hocasını ziyaret
ettiği sahnelerden birinde anneannemi hayal ettim. “Herşey kararında, fazlası
zarar kızım” derdi anneannem. Şu arkadaşlara keşke bir yol gösterseydi diye içimden
geçirdim, acaba anneannemin içli köftesini yeselerdi yine de böylesine mutsuz
olurlar mıydı diye düşünmeden edemedim:)
Devamı blank'te
22 Eylül 2014 Pazartesi
Her Yer Festival
Bu aralar önüm arkam sağım solum festival desek yeridir.
Türk sinemasının 100. Yılı coşkulu geçiyor, yaşasın! Dün sona eren Adana
Altınkoza Film Festivali’nde En İyi Film ödülünü Nesimi Yetik'in yönettiği 'Toz
Ruhu' aldı. Merakla bekliyoruz. Peki sırada hangi festivaller var?
Uluslararası Altın Portakal Film Festivali
Bu yıl 51.si düzenlenen Altın Portakal Film Festivali, 10-18 Ekim tarihleri
arasında seyirciyle buluşacak. Bu yıl festivale, tartışma konusu olmayacak bir
kişi başkanlık ediyor: Yılmaz Erdoğan. Festivalde izleyeceğimiz filmlerden
bazıları: Venedik’ten “Geleceğin Aslanı” ödülüyle dönen Mahkeme/The Court.
Film, Bombay’da bir çukurda cansız bedeni bulunan kanalizasyon işçisinin
ölümünün ardından, işçiyi şarkı söyleyerek intihara teşvik etmekle suçlanan bir
folk şarkıcısının davasını konu ediniyor. Michael Jackson Anıtı, uluslararası
yarışma programında dikkatimizi çeken bir diğer bir film. Macar yönetmen Kornél
Mundruczó’nun Beyaz Tanrı’sı yine merak uyandıranlar arasında. Rusya’dan Test,
Mavi En Sıcak Renktir’deki başarılı performansıyla çokça konuşulan oyuncu Adele Exarchopoulos'un oynadığı Insecure ve Cannes’da Jüri Özel
Ödülü’ne layık görülen İsveç yapımı Turist, festivalin öne çıkan diğer
filmleri.
Devamı blank'te
Devamı blank'te
Etiketler:
altın portakal,
festival,
film ekimi,
film festivali,
van gölü film festivali
15 Eylül 2014 Pazartesi
Özgürlüğü bisikletle yakalamak mümkün mü?
2012 yapımı , Suudi Arabistan’ın ilk uzun metrajlı sinema filmi Vecide’yi nihayet izleyebildim. Dünya
prömiyerini Venedik’te yapan film, festivalin sanat sinemaları ödülüne layık görülmüş, Oscar
için de aday adayı olmuştu.
Filmin hikayesine geçersek, 11 yaşındaki Vecide’nin tek hayali , ülkesinde
kızlar için yasak olan bisiklete binmektir. Vecide’nin bu arzusu, pek tabiki ailesi
ve öğretmenleri tarafından hoş karşılanmaz. Vecide’yi bu şeytanca fikirden,
korku salarak ve vicdan uyandırarak vazgeçirmeye çalışırlar. Ama ne mümkün! “Bisiklete
binen kızların çocuğu olmayacağı gibi, Allah’a olan bağlılıklarından da şüphe
edilir” söylemleri Vecide’yi zerre kadar etkilemez çünkü o yine kendisi için
yasak olan converse ayakkabıları giymek için, beyaz lastikleri siyaha boyayacak
kadar inatçı ve özgürlüğüne düşkün bir karakterdir.
8 Eylül 2014 Pazartesi
Görüp de susunca bazen..
Ne olursa olsun, herşeyin anlamsız olduğu, herşeyden umut kesmek gerektiği düşüncesiyle nasıl kalır insan? Herşeyin anlamsız olduğunu söylediğiniz anda bile, anlamlı birşey söylemiş oluyoruz. Dünyanın hiçbir anlamı yoktur demek, her çeşit değer yargısını ortadan kaldırmak olur. Ama yaşamak ve örneğin, yiyip içmek kendiliğinden bir değer yargısıdır. Ölmeye yanaşmadığı sürece, insan yaşamayı seçiyor demektir. O zaman da, görece de olsa, yaşamaya bir değer veriyoruz demektir. Umutsuz bir edebiyat ne demek olabilir? Umutsuzluk susar. Kaldı ki susmak bile, eğer gözler konuşuyorsa bir anlam taşır. Gerçek umutsuzluk can cekişme, mezar ya da uçurumdur. Umutsuzluk konuştu mu, hele yazdı mı, hemen bir kardeş el uzanır sana, ağaç anlam kazanır, sevgi doğar. Umutsuz edebiyat sözü, birbirini tutmayan iki sözdür. Çünkü edebiyat olan her yerde umut vardır.
Albert Camus
3 Eylül 2014 Çarşamba
Lucy
Dünya bize 1 milyar yıl önce verildi, peki biz onla ne yaptık? Film, bu
çarpıcı soruyla başlıyor. Sahi ne yaptık, hiç düşündünüz mü? İnsanoğlunun
yaptığı şeyler, yani yollar, barajlar, büyük büyük binalar, teknolojiler,
silahlar, finansal piyasalar, reklamlar, aklınıza ne gelirse herşey ardı ardına
bir çırpıda geçiyor ekrandan. “İzlemesi bile ürkütücüyken nasıl böyle bir
dünyanın içinde yaşıyoruz“ sorusunu sormadan edemiyoruz.
Filmin konusuna geçersek, Scarlett Johansson’un canlandırdığı Lucy’yi erkek
arkadaşı karanlık ilişkilere dahil eder. CPH4 denilen bir maddenin kuryeliğini,
hem de kendi bedeni içinde yapması istenir Lucy’den. Onu buna zorlayan baştaki kötü
adamın Çinli olduğunu belirtelim. Sevgili Amerika mesajı aldıkJ CPH4, kadınların sadece hamilelik
döneminde ürettiği, bebeğin kemik gelişiminin atom hızıyla tamamlanmasını
sağlayan bir sıvı. Filmde, doğumun mucizeviliği kutsanırken, insan
metabolizmasının hala dünya üzerindeki en büyük sistem olduğu takdir ediliyor. CPH4
denilen bu sıvıyı çekik gözlü kardeşlerimiz ilk kez bir maddeye aktarıyor. Peki
ne için? Hali hazırda beyin gücünün sadece %10’unu kullanan bizlerin fazlasını
kullanması için. Yani filmin bel kemiğini oluşturan soru, insan, beyninin
%10’dan fazlasını, %20’sini, %50’sini ve hatta %100’ünü kullanabiliyor olsaydı,
neler olurdu? Bilim kurguya göz kırpıyor Besson. Burdan sonrası standart. Kurtarıcı
iyilerle acımasız kötülerin savaşını izliyoruz. Bu savaş anında çokça klişeler
var şüphesiz. Ama filmin kafa yorduğu meseleler ilgi uyandırıyor.
18 Ağustos 2014 Pazartesi
Modanın Naif Prensi
Sanatın en genel tanımı, dinlediğimiz bir müziğin, okuduğumuz bir kitabın, izlediğimiz bir filmin, baktığımız güzel bir tablonun veya fotoğrafın, bizde uyandırdığı güçlü duygular ise, moda neden bir sanat olarak kabul edilmesin? Veya sanat, içimizden taşan yoğun duyguları bütün bu araçlarla ifade etmek ise, moda neden bu ifade biçimlerinden biri olmasın? Hele ki haute couture denilen yani kişiye özel giysi tasarlayan büyük modacılarsa söz konusu olan, onları sanatçı olarak adlandırmamak büyük bir haksızlık olur.
YSL, 70’lere damgasını vuran
bu sanatçılardan birisidir. Film, Yves’in annesi ve iki kızkardeşi için
elbiseler tasarladığı ilk gençlik yıllarında başlar. Babası avukat olmasını
ister, ancak o yüreğinin sesini takip eder ve moda tasarımı eğitimi almak üzere
Paris’e gider. Kısa sürede yeteneği farkedilir ve bugün olduğu gibi o gün de
prensesleri giydiren Dior modaevi’nde tasarım asistanı olarak çalışmaya başlar.
Kısa zamanda Dior’un sağ kolu olmuştur. Film hızla akar ve biz Dior’un ölümü
ardından modaevinin başına -çok genç olması nedeniyle edilen onca itiraza
rağmen- YSL’nin geçişine tanık oluruz. YSL, aslen Cezayirli’dir. Dior
Modaevi’nin başına geçtikten sonra, ülkesi onu 1960 yılında, o dönem halen
devam etmekte olan Cezayir Bağımsızlık Savaşı’na çağırır. Önce gitmeyi
reddeder, ardından da rahatsızlanarak bir psikiyatri kliniğine yatırılır.
Etiketler:
haute couture,
moda,
Paris,
sinema,
Yves Saint Laurent
28 Temmuz 2014 Pazartesi
İçimdeki Deniz
Blank’in bu sayısının “aqua” teması üzerine olacağı söylendiğinde, nedense
aklıma yıllar önce seyrettiğim ama etkisini hala duyumsadığım “İçimdeki Deniz”
filmi geldi. Oysa ki, yaz
mevsiminin daha canlı, neşeli, iyimser bir şeyler akla getirmesi beklenir,
değil mi? Bilmem, hiçbirşeyin
olması gerektiği gibi olmadığı bu yüzyılda, bu yıl yaz da yaz gibi olmadığından belki. Durup durup
bastıran yağmurlar, yaz yağmurlarının hafifliğinden çok uzak sanki..
2004 yapımı “İçimdeki Deniz”de hatırlarsanız Javier Bardem başrolde
etkileyici bir oyunculuk sergilemişti. Film, yabancı dilde en iyi Oscar başta
olmak üzere, pek çok önemli ödüle layık görülmüştü.
Geçirdiği bir deniz kazasıyla tüm vücudu felce uğrayan, 26 yıldır yatağa
bağlı bir şekilde yaşayan, ötenazinin laik bir devlet olan İspanya’da bireysel
bir hak olması gerektiğini savunan Spaniard Ramon Sampedro’nun gerçek hayat
hikayesinin anlatıldığı film, ötenazi konusunu tartışmaya açmıştı.
Ötenazi, bildiğiniz gibi fiziksel veya zihinsel olarak dayanılmayacak bir
acıyla yaşamını sürdürmek zorunda kalan kişilerin, ölümcül bir sıvı enjekte
edilerek, yaşamlarına kendi rızaları neticesinde son verilmesini sağlayan bir
uygulama. Halihazırda, Hollanda, Belçika ve Lüksemburg’da yasal olarak uygulanıyor. Hatta
Hollanda ve Belçika’da, 12 yaş üstü çocuklar da ötenazi hakkına sahip.
Etiketler:
İçimdeki Deniz,
Javier Bardem,
ötenazi,
The Sea Inside Me
Mahrem
Daha kaç kadın tanımalıydı ki, yeterince kadın tanımış olmak için? Kaç kitap okuyunca alim, kaç diyar görünce gezgin, kaç hezimetten sonra bezgin olurdu insan? Kaç olunca çok, kaçta kalınca azdı rakamlar? Mademki kırılmıştı ayna, bir yeterdi Keramet Mumi Keşke Memiş Efendi'ye. Biri bine böler; kıtlıkta kuraklıkta eksilte eksilte, bollukta berekette çoğalta çoğalta çarpardı bini birle. Zaten o, rakamlardan Bir'i fevkalede bulurdu.
İnsanın canı neresinden acırsa, kalbi orada atardı. Keramettin Mumi Keşke Memiş Efendi parmaklarını gözlerine bastırdı. Faydasızdı. Durmuyordu. Kalbi gözlerinde atıyordu. Ve birden, perçinlendi parçalar. Kendi derdi ile kadının derdini birleştirmenin yolunu bulmuştu. Çünkü herşey herşeyle bağlantılıydı..
Elif Şafak-Mahrem
16 Temmuz 2014 Çarşamba
Nereye gidersem gökyüzü benimdir.
Mitra devrim çocuğuydu. Humeyni geldiğinde henüz doğmuş olduğu için Şah'a dair hiçbir anısı yoktu. İran onun için mollalarla başlıyordu. Ondan rüzgarda küpelerinin sallanmasına duyduğu hayreti dinlerken gözlerim doldu. Bizim aklımıza rüzgarda küpelerimizin savrulmasına şaşırmak hiçbir zaman gelmezdi ya da saçlarımızı savuran rüzgarın özgürlük olduğunu hayal etmek..
Nereye gidersem gökyüzü benimdir.
Şafak Pavey-Kasım 2011
15 Temmuz 2014 Salı
İyi ki sinema var..
Muhabirliğe 12 yıl sonra dönmek de varmış. Kayıt cihazımı sanki hiç 12 yıl
geçmemiş gibi sakince çekmeceden çıkarıyorum, test ediyorum, oğlak üstüne oğlak
olmaktan mütevellit, çantaya bir de yedek pil atıyorum. O da yetmiyor,
telefonun record tuşunu test ediyorum. İkisiyle kaydedeceğim ne olur ne olmaz
diye. Sorular hazır, Işık Lisesi’nin karşısındaki Üçgen Kitabevi’ne giriyorum,
soruları bastırmak için. Ben 6 yaşındayken de bu kapıdan içeri girmiştim.
Sahibi hala bana Seçil diyor, hiç değişmediğimi söylüyor! Böyle bir
melankoliyle, işte Özel Okmeydanı Hastanesi’nin önündeyim şimdi. Birazdan Dr.
Ercan Kesal ile son kitabı Evvel Zaman’ı ve sinemayı konuşacağız. Ama ben
biliyorum, Ercan Kesal yine sinema, hekimlik veya edebiyat üzerinden hayata ve
insana dair şeyler söyleyecek esasen. Ercan Kesal son kitabı Evvel Zaman’ı
benim için imzalıyor ve şöyle yazıyor. “Sevgili Seçil, iyi ki sinema var!”
Evet, iyi ki sinema var...
Öncelikle sinema üzerine o kadar az türkçe kaynak var ki, o anlamda Evvel Zaman daha önce örneği sanırım olmayan ilk film güncesi. Bu açıdan da
ayrıca kıymetli. Güncede bir filmin montaja kadar olan senaryo ve çekim
sürecini okuduk. Burda senaryo ekibi arasında zaman zaman ortaya çıkan fikir
ayrılıkları, set sürecinde hafif hafif hissettiğimiz tansiyonlar, moral bozulmaları,
buna karşın herkesin bir anda kendini çok mutlu hissettiği anlar da var. O
gelgitleri sanki ordaymışız gibi hissediyoruz. Tabi bu yazarın hüneri. Ama
kitabı bitirdikten sonra bir yandan film yapmak dünyanın en delice işi desek
de, bir hayalin somut birşeye dönüşmesi mucizevi birşey, bunu görüyoruz. O inanç nasıl diri
tutuluyor tüm bu süreçte?
Ortaya çıkan ürün sizin kendinize olan saygınızı sağlayan, kendinize olan
saygınızı bir kez daha test ettiğiniz, aslında kendinizi sınadığınız bir
alan. Set bütün bu süreç, ortaya
çıkan ürün ise hakikaten paha biçilemez birşey. Onun bir karşılığı yok. Yani bu
parayla filan yapılacak birşey değil çünkü bütün bu süreçler. Söylediklerin çok
doğru. Bir kere ordaki o tartışmalar verimliliğin işareti, senaryoda. Zaten
herkes aynı lafı söylerse birşey çıkmaz ortaya. Set mucizelerle dolu bir
yerdir, ama bir yandan da inanılmaz hayal kırıklıklarıyla karşılaşabilirsin.
Tam da bunlardan sette ilham çıkartacak bir bakışınız olmalı. Yani bütün bu
olumsuzlukları lehinize çevirmeyi bilirseniz iyi bir film çıkıyor. Ya da
etrafınıza o gözle bakarsanız. Yani, ışıklar söndüğü için beklemedik biz.
Köyde, odada hakkaten ışıklar söndü. Karanlıkta çekmeyi düşününce orda mucizevi
birşey çıktı. Pekala bekleyebilirdik çay molası verip, ışıkların gelmesini.
Tekrar aydınlıkta çekmek için. Ama öyle yapmayıp, böyle yaptığınız zaman ortaya
çok daha başka birşey çıkabiliyor. Ordaki bir karakter çok etkileyici şeyler
yapıyor, yüzü çok iyi, kamerada çok sizi etkileyen bir resim veriyor, onun
peşine düşmek mesela o anda. Bütün bunlar aslında şunu gösteriyor ki, sinema
seti aslında hayatla çok benzeşiyor birbirine. Sette yaşadıklarınızla hayatta
yaşadıklarınız arasında çok fazla ayrılık yok yani hayatta planlar yaparsınız,
başka şeyler size yaşatılır ama onlara hızla uyum sağlarsınız. Sette de
planlarla gidersiniz, yağmur yağar, uçak geçer, kar beklersiniz, yağmaz bir
türlü.. O başrol oyuncusu hastalanmıştır, arada çalışmaz. Köpek havlamaz,
hakkaten hepsi de oldu bütün bunların. Ama siz onların içerisinde yeniden birşey
üretmek için çabalarsınız, işte bu da sizi en sonunda elde ettiğiniz ürünle
birlikte çok mutlu eder. Üstesinden gelmiş, başarmış, kendinizi test etmiş
olursunuz aslında.
Etiketler:
Bir Zamanlar Anadolu,
Ercan Kesal,
Evvel Zaman,
Küf,
Peri Gazozu,
Yozgat Blues
2 Temmuz 2014 Çarşamba
Kış Uykusu
Film, Nuri Bilge Ceylan sinemasından alışık olduğumuz bir bozkır görüntüsü
ve rüzgar sesiyle başlıyor. Bir süre o görüntüyü izliyoruz. Ceylan, bizi bizle
başbaşa bırakıyor. Merak, kaygı, güvensizlik, tekinsizlik içinde gidip
geliyoruz, tıpkı rüzgarın eğdiği otlar gibi, bir o yana bir bu yana savruluyor
duygularımız... Sonra bir araç görünüyor neyse ki, rahatlıyoruz... Nuri Bilge,
bizi bizden kurtarsın istiyoruz. Kurtarıyor da, çünkü Kış Uykusu, yönetmenin
diğer filmlerinden farklı olarak diyalog üzerine kurulu bir film. Ceylan’ın
görüntü yönetmenliğindeki ustalığını, bu sefer filmin oldukça sağlam
kurgulanmış diyaloglarında görüyoruz. Ama o şey değişmiyor. Kış Uykusu, her
Nuri Bilge Ceylan filminde olduğu gibi yine sarsıyor izleyiciyi. Çıkınca bir
ağırlık çöküyor üstümüze, bir süre konuşmak istemiyoruz. Öylece oturalım,
boşluğa bakıp, düşünelim bir süre..
Filme ev sahipliği yapan mekan Kapadokya. Görüntüler büyüleyici. Ama
biliyoruz ki, bizi esas etkileyen Kapadokya’nın Peri Bacaları ve geleneksel
mağara evlerinden çok yönetmenin kadrajı. Yoksa bugüne kadar Kapadokya’da
çekilen başka diziler, filmler de oldu.
Filmin konusuna geçersek, tiyatrodan emekli olan Aydın, Kapadokya’da
babasından kalan butik oteli, kızkardeşi Necla ve kendisinden oldukça genç ve
güzel eşi Nihal’le birlikte işletmektedir. Film, aile içi hesaplaşmaları, civar
köyde Aydın Bey’in kiracısı olarak yaşayan yoksul ailenin dramını, komşuluk,
ahbaplık, ast üst ilişkilerini, sınıfsal farkları, kendinden razı olmayan,
olamayan insanların bireysel çıkmazlarını konu alıyor.
Diyaloglar kadar filmde gücünü hissettiğimiz bir başka şey, oyunculuk.
Başta Haluk Bilginer olmak üzere, sırasıyla Melisa Sözen, Ayberk Pekcan, Serhat
Kılıç, Nejat İşler, Mehmet Ali Nuroğlu, Demet Akbağ başarılı performanslarıyla
fazlasıyla göz dolduruyor. Her oyuncu rolünün hakkını ayrı ayrı sonuna kadar
veriyor. Küçük İlyas dahil. Ama yiğidin hakkını yiğide teslim etmek bir borç
adeta Kış Uykusu için. O yiğit Haluk Bilginer. Evet, Haluk Bilginer dışında
birisi oynasaydı Aydın rolünü, film bu denli güçlü olmayacaktı, bunu biliyoruz.
Haluk Bilginer oyunculuğuyla kendisine hayran bırakıyor seyirciyi..
Peki, karakterlerin biraz daha içine girelim..
Aydın, sözümona entellektüel, modern, memleket meselelerine kafa yoran,
mürekkep yalamış, yazan çizen, vicdan ve ahlak kelimelerini dilinden düşürmeyen
bir aydın! Perdenin arkasında ise, kendi sınıfından olmayan insanların yanında
biraz da ona geçmişini hatırlattıkları için sıkıntı duyan, Nihal’in deyimiyle
“kinci, alaycı, korkak”, özgüveni olmayan, bencil, genç karısı tarafından her
an aldatılacağı kuşkusuyla kavrulan, ikilemler içinde gidip gelen, bu yüzden
herşeyi eline yüzüne bulaştıran bir elitist. O anlamda kardeşi Necla’nın, karakterin
samimiyetsizliğini gözler önüne sermek açısından “hayatında bir kez olsun
camiye mi gittin, kendi anne babasının mezarına gidip dua etmeyen bir insanın
din adamlarıyla, islam felsefesiyle işi ne” çıkışları son derece yerinde.
Tiyatrodan emekli Aydın’ın tiradlarla geçen ömrü izlemeye değer..
Uzun yıllar süren evliliğini, eşinin alkol sorunu dolayısıyla noktaladığını
anladığımız kızkardeş Nejla, herkesin kış uykusuna daldığı, yine ironiyle
belirlenmiş ismiyle tebessüm etmemize yol açan butik otel “Othello” da, ağabeyi
ve yardımsever eşi ile yaşamayı seçmiş kalan ömründe.. Nejla, hayatından genel olarak
pişmanlık duyan, bu pişmanlığın verdiği gizli öfkeyi iğneleyici sözleriyle dışa
vuran, babadan kalma variyet üzerinde kendisinin de en az ağabeyi kadar hakkı
olduğunu bilmesine rağmen, başka bir uğraşı olmadığından sığıntı ya da Aydın’ın
deyimiyle “asalak” gibi hisseden ve bütün dünya sanki ona borçluymuş gibi
davranan, “kötülüğe karşı koymak için bir neden göremiyorum” gibi beylik
laflarla insanlık dersleri vermeye kalkışan, sırtından düşürmediği şalının
hayattan bezmiş ruh haline eşlik ettiği bir tutsak.. Nejla’nın, Aydın’ın
çalışma odasındaki kanepede yaptığı tespitler ne kadar doğruysa, Aydın’ın Nejla
için söyledikleri de bir o kadar doğru. “Çalışmadan geçen bir hayat dürüst ve
namuslu bir hayat değildir.” sözü örneğin. Nejla’nın oturduğu kanepenin hemen
üstünde asılı duran Virginia Woolf resminden daha iyi ne doğrulayabilirdi bu
savı? Woolf, bundan 85 yıl önce bir kadının gerçekten özgür olabilmesi için
“Kendine Ait Bir Oda”sı ve parası olması gerektiğini söylemişti..
Tam da kadın özgürlüğünden söz ederken, gelelim Melisa Sözen’in
canlandırdığı bir başka tutsak karakter Nihal’e. Kendisinden oldukça yaşlı birisiyle evlenerek sınıf atlamış,
Nejat İşler’in canlandırdığı İsmail’in dillendirdiği gibi, kocasının parasıyla
hayır işleri yaparak vicdanını rahatlatmaya çalışan, özgür olamamaktan yakınan
ama özgürlük için bedel ödemekten korkan, Nihal olarak değil, Aydın Bey’in eşi
olarak varolmayı seçen, kendi hayatına sahip çıkmak yerine, aynı kolaycılıkla,
genç, sağlıklı, gururlu, hayat dolu bu kadını yoketmekle eşini suçlayan, ona
olan öfkesinden çoğu zaman doğru kararlar veremeyen, belli ki kendisini Aydın
ve Nejla’dan daha alçakgönüllü ve insancıl bulan ama eve konuk gelen imam
rolündeki kiracıları Hamdi ve yeğenini ayağa kalkmadan, aynı üstten bakan
duruşla sofraya buyur eden kendine yabancı bir karakter.
Hapisten yeni çıkmış, işsiz ve alkolik baba rolünü Nejat İşler, patronunu sürekli manipüle etmeye
çalışan, kendi varlığından rahatsız sağ kol rolünü Ayberk Pekcan, din
adamlığının getirdiği tevekkülle herşeyi alttan alan, görmezden gelen, durumu
idare eden imam rolünü Serhat Kılıç, “yoksulluk, fakirlik doğal afet gibi
Aydın’cığım, Allah’ın takdiri” diyen, kayıtsız, amaçsız ve yalnız Suavi’yi Tamer
Levent, iki kadeh içkiyle öfkesi su yüzüne çıkan, Anadolu’da öğretmenlik yapan
Levent’i Nadir Sarıbacak, Jack Kerouac’ın “Yolda”sı edasında motorsikletiyle
gezen, kendisini self-sufficent
olarak tanımlayan Timur’u Mehmet Ali Nuroğlu ve belki de içimize en çok işleyen oyunculuğuyla,
özgürlüğüne ve gururuna sahip çıkan tek insan Küçük İlyas’ı, Emirhan Doruktutan
başarıyla canlandırmış.
Altın Palmiye Ödülü’nü, Gezi’de ve Soma’da hayatını kaybeden insanlara
adayan Nuri Bilge Ceylan, filmde bir yandan günümüz aydınını eleştirirken, bir
yandan da hükümetin paranoya ve nefret dolu yönetim tarzına, bunun neticesinde
ortaya çıkan kutuplaşmanın toplumsal hayata yansımalarına ince göndermeler
yapıyor. Nejla’nın Aydın’a “yoksa sen de her kötülüğün dış odaklı olduğunu
düşünenlerden misin” deyişi, Aydın’ın okul yardımı için eve gelen insanları
“çapulcular” olarak adlandırması, Nihal’in Aydın’ı “gençleri özgür oldukları
için, inananları inandıkları için sevmiyorsun” suçlaması ve tüm bunların
neticesinde, ilerde ne olmak istediği sorulan Küçük İlyas’ın “polis” olmak
istediğini söylemesi..
Filmde, Nuri Bilge Ceylan’ın yol arkadaşlarına yine rastlıyoruz. Başucu
yazarı Çehov, en çok sevdiği müzisyen olduğunu bildiğimiz Schubert,
“sinematografi insan yüzüdür” diyen Bergman, özellikle İlyas’ın kapı
aralığından baktığı sahnede ilk aklıma gelen yönetmendi.
Kış Uykusu, yönetmenin diğer filmlerinden farklı olarak, diyalog ağırlıklı
bir film olsa da, aslında dert
ettiği mesele temelde yine aynıdır. İnsanın ikircikli ve karanlık doğasına olan
merak ve bu merakla gerçekliği bulma çabası. Bu cümle, benim için Nuri Bilge Ceylan sinemasının
özetidir. Uzak, İklimler, Üç
Maymun, Bir Zamanlar Anadolu, bu filmlerin hepsinde aslında “mış” gibi davranan
insanları izlemedik mi? Görünenin ardında bambaşka duygular saklandığını,
davranışlarımızla zihnimizin her zaman paralel olmadığını, insanın doğası
gereği kendini kandırmaya meyilli bir varlık olduğunu çaresizce kabul etmedik
mi? Ama biliyoruz ki, nasıl davranırsak davranalım gerçek olan tek şey
hislerdir hayatta. Bu açıdan sanat ve bir sanat olarak sinema bu hisleri açığa
çıkaran bir araç olduğu için çok kıymetlidir.
Kış Uykusu için “bir başyapıt” diyen eleştirmenlere katılmamak elde değil.
Öte yandan, Kış Uykusu’nu yönetmenin filmleri arasında 4. Veya 5. Sıraya
koyanlar da yok değil. Ben şöyle dile getirmek isterim düşüncelerimi. Evet, bir
Nuri Bilge Ceylan filmi için herşey çok formüle edilmiş gibi duruyor. Bir kere
en başta yönetmen bu sefer söylemek istediklerini ağırlıkla diyaloglar
aracılığıyla söylüyor. Diğer filmlerindeki gibi sadece sezgilerimizle başbaşa
değiliz bu filmde. Ama şunu kabul edelim. Bu hissi diyaloglar üzerinden ne
eksik ne fazla dedirtecek ölçüde ipince bir ayarla bu denli ustaca ortaya
çıkarmak, kurgulamak yani sahnelerin dizimi (İlyas’ın Aydın’ın elini öpmeyip,
bayıldığı sahnenin hemen ardından atın boynuna geçirilen bir halatla
yakalanması ve Nihal’e karşı haksızlık ettiğini farkettiği andan hemen sonra
aynı atın Aydın tarafından serbest bırakılışı) bütün bu kurgu içinde bir uyum,
ritim yakalamak, karakter özelliklerini sıradan insan davranışlarıyla
eşleştirmek (umursamazlığı çubuk kraker yemekle, kayıtsızlığı ufak ufak
koparılan ekmek parçalarıyla betimlemek gibi), tezatlıkları çarpıcı bir şekilde
su yüzüne çıkarmak (İsmail’in parayı şömineye attığı sahnede, Nihal’in o
yangını kendi benliğinde hissetmesi, paraya karşı yoksul olan İsmail’den daha
zayıf olduğunu gördüğümüz an) Nuri Bilge Ceylan’ın sinema tarihine ismini altın
harflerle yazdırdığının kanıtıdır ve evet bu açılardan “Kış Uykusu” bir
başyapıttır.
Etiketler:
Cannes,
Haluk Bilginer,
Kış Uykusu,
Melisa Sözen,
Nuri Bilge Ceylan,
sinema
24 Mayıs 2014 Cumartesi
İstanbul Kırmızısı
Aşk. Ne öğrendim aşk hakkında? Aşk hakkında öğrendiğim, aşkın varolduğudur. Ya da belki, daha yalın anlatımla aşk hakkında öğrendiğim ve öğrenmeyi sürdürdüğüm, filmlerimde, bütün filmlerimde anlattığımdır. Yani, sevdiğimiz insanları asla unutmadığımız, onların daima bizimle kaldıklarıdır, bizi onlara artık var olmasalar bile çözülmez biçimde bağlayan birşeyler olduğudur.
İmkansız aşklar, yarım kalmış aşklar, var olabilecekken olmamış aşklar olduğunu öğrendim. Yara izi bıraksa da dağlayıcı bir damganın daha iyi olduğunu öğrendim, kışı andıran bir yürektense bir yangın yeğdir.
Aşkın yalnızca cinsellik olmadığını öğrendim, o çok daha fazlası. Aşkın ne okuma ne yazma bildiğini öğrendim. Duygular söz konusu olunca gizemli yasalarca yönetildiğimizi, belki kader belki serap, ama kesinlikle akıl ermez, açıklanamaz birşeylerin var olduğunu öğrendim. Çünkü temelde aşık olmayı açıklayacak bir neden asla yoktur. Sadece olur. Bu bir gizemin içine girmek gibidir: sınırı aşmak, eşiği atlamak gerekir. Ve orada, bu gizemde mümkün olduğunca uzun süre kalmayı denemektir..
Ferzan Özpetek-2014
23 Mayıs 2014 Cuma
Film tutkunuymuşsunuz..
Genç kız bu söz üzerine muzip bir şekilde güler , bu sözü zamanı geldiğinde
bambaşka bir yerde kullanacağını bilerek..
Geçmişe döndüm. Ben ne zaman tutuldum bu büyülü dünyaya diye sordum
kendime, hatırlamaya çalıştım. Hatırladım. Boyumu aşan sıkıntılı zamanlardı.
Önceleri kafa dağıtmak için gidiyordum, sonra birşey oldu, sanki Alice’in
düştüğü delikten ben de düşmüş, yeni bir dünya keşfetmiştim. Anlatması güç.
İnsanın kendi benliğini en çok duyumsadığı yerler vardır hayatta, insan bunu
bilir, anlar. Bu bazıları için edebiyat, bazıları için müzik, bazıları için bir
insan, bazen bir şehir, bazen bir meslek, bazen bir mevsim, bazen bir renk bile
olabilir. Mesela gri mavi denilen renk, sadece bir renk değildir o anlamda ama
bu başka bir yazının konusu. Ne diyordum, ben de kendimle en çok buluştuğum
yerin, bir sürü boş kırmızı kadife koltuğun, insanda sonsuzluk hissi
uyandırdığı büyükçe bir salon olduğunu anladım. En iyi arkadaş, en büyük aşk,
en gerçek his, en yakın an burda gizliydi. Ben de o dünyanın içine gizlendim.
Peki, nedir beni bu kadar etkileyen, sinema neden bir tutkudur benim için?
Anlatmaya çalışayım size. Sinema, bir hayal ürünü olmasına karşın, gerçeğin
kendisinden de daha gerçektir çünkü. Gündelik hayatın içinde, bizim için
öylesine geçen anları beyazperde kutsar sanki. Bir an donar kalır ekranda, o an
öyle güçlü bir şekilde nüfuz eder ki beyninize, gözlerinizde hissedersiniz duyguların tüm ağırlığını. Gözlerinizin yaşla dolmasından söz etmiyorum. O etkiyi en
yoğun haliyle sadece gözlerinizde hissetmenizden söz ediyorum. İşte böylesine
bir gücü vardır sinemanın. Benim için büyüleyici olan şudur: Herkes, aslında
sadece bir hayali ayakta alkışlıyordur, o hayalin kendisine hissettirdikleridir
insanları biraraya getiren, başka başka ruhların tek bir anda buluşmasıdır ve
herkes gerçeğin kendisinden daha gerçek olan bu anda aslında hapsolmak istemektedir ama tüm
mutlu anlar gibi filmlerin de belirli süreleri vardır. .
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)